İNSAN ZERREYE HAPSEDİLMİŞ BİR ALEMDİR.ALEMLER DE İNSANIN ETRAFINDA DÖNEN ZERRELERDİR.
   
  PSİKO-ENERJİ TERAPİLERİ
  UZMANININ DİLİNDEN ENERJİ ALANLARI
 

Bu yazıda yer alan bütün bilgiler: www.sufizmveinsan.com adlı siteden alınmıştır.

"ENERJİ ALANLARI VE BİZ" ADLI DOYURUCU BİR YAZI DİZİSİNİ SİZLE PAYLAŞMAK İSTEDİK

                                                                                                                        KENAN KESKİN
Enerji Alanları ve Biz
Durgun (hareketsiz) yüklü parçacıklar, elektriksel alan (E) oluştururlar. Bu alanın yönü eksi yük için içe, artı yük için dışa doğrudur. Bu sırada manyetik (B) alan ise sıfırdır (yoktur). Aynı yüke sahip tanecikler birbirlerini iterken ayrı yüklü tanecikler de birbirlerini çekerler. Yüklü tanecikler sabit hızla dönme ve öteleme hareketi sırasında (E) alanlara ek olarak, manyetik (B) alanlar da oluşturur ve daima biri varken diğeri de mutlaka mevcut olmaktadır. Dönen yüklü taneciğin manyetik alanı mıknatıstaki gibi kuzey ve güney kutupları oluştururken tel içinden geçen yüklü tanecikler (ki elektron akımıdır) sağ el kuralı gereğince baş parmak akım yönünü, dört parmak da, telin etrafında dairesel olarak dizilmiş bulunan manyetik alanların yönünü gösterir. Yani telden r yarıçaplı bir çember çizersek bu çemberin her bir noktasında bir (B) alanı ile tele doğru ancak bu alana dik olarak da bir (E) alan oluşur. Böylece telden herhangi uzaklıktaki bir noktada tele doğru (E) alan ve buna dik (B) alan meydana gelir. (E) ve (B) alanları vektörel bir büyüklük oldukları için de bir noktadaki aynı yönlü olanlar toplanırken farklı yönde olanları da birbirlerinden çıkartılır. Fakat bu alanlar uzayda yayılmaz, etkileri belli bir bölgede (oldukları yerde) sınırlı kalacak şekilde bulunmakta ve yüke (tele) olan uzaklığı ile ters orantılı olarak da azalmaktadır. Bunu her bir nokta için genelleştirerek düşünebiliriz. Bunlara örnek olarak da mıknatıslar ile yerin manyetik alanını gösterebiliriz.
Eğer bu yükler, ivmeli (değişen hızda) dönüyor ya da hareket ediyorlarsa veya teldeki akım zamanla değişerek akıyorsa bunların meydana getirdiği bu (E) ve (B) alanlarda da artma ve azalma oluşur. Yani ivmeli hareket eden yüklü taneciğin etrafındaki bir noktada meydana gelen (E) ve (B) alanları aynı fazda olarak, bunlardan biri azalınca diğeri de azalır ya da tam tersine biri artınca diğeri de artar. Bunun sonucunda bir noktada periyodik alan değişimi oluştuğundan durgun (E) ve (B) alanlardan farklı olarak bu tele paralel düzlemde (E) alan ve bu (E) alana dik düzlemde (B) alan değişimleri meydana gelip uzayda bir Elektromanyetik (E-M) dalga yayınımına neden olur. Benzer ifadeyle, şekli bu iki alanın birbirlerine ve de yayılma doğrultusuna dik aynı zamanda birleşik (çift) olarak ışık hızıyla enine hareket eden Elektromanyetik dalgalar meydana gelir.
Burada önemli bir husus da şudur: (E-M) dalgaların yayılmaları sırasında yayılma ortamının kendisinin hareket etmeyip hareket doğrultusuna ve birbirlerine dik bulunan birleşik (E) ve (B) alanların değişmesi söz konusudur. Tıpkı su dalgaları ya da bir ipte oluşturulan dalgalar gibi... 
Özetlersek; ivmeli hareket eden yüklü tanecikler veya bir telden zamanla değişen bir akım geçtiğinde bu yüklü parçacıklarından ya da telden, dışarı doğru üç boyutlu çeşitli frekanslarda yayılan Elektromanyetik ışınlar oluşur. Dolayısıyla, elektrik akımı bir defa başladı mı, uzayın her doğrultusuna devamlı (E-M) dalgaları yayınlanır. Bununla birlikte akım geçen teldeki atom ve elektronların bu tel içinden geçmekte olan elektron akışını etkilemeleri yani bir tür direnç oluşturmaları sonucunda, dışarıya ısı şeklinde bir (E-M) dalganın çıkmasına da neden olurlar. 
Bunun yanında hareket halindeki yüklü taneciklere bir manyetik ya da elektriksel alan uygulandığında, parçacıklar bunun sonucu olarak ortaya çıkan belli bir kuvvetin etkisi altında hareket etmeye başlar. Mesela bir elektron, hareket doğrultusuna dik olan bir manyetik alan içine girdiği zaman , bu manyetik alan ile hız doğrultusuna dik bir yönde ortaya çıkan kuvvetin etkisiyle, doğrultusundan saparak hareketine devam eder. Burada negatif yük üzerindeki bu kuvvetin yönü, pozitif yük üzerine olan yönün tam zıddıdır.  Dolayısıyla, akım geçen iki tel yan yana paralel bir şekilde konulduğu taktirde birbirlerine uygulayacakları manyetik alanlar dolayısıyla ortaya çıkacak kuvvetler sonucu birbirlerini çekerler. Eğer bunlardan birinin akım yönü ters ise bu sefer de birbirlerini iterler. (E) alan içine giren yük üzerine etki eden kuvvetin yönü, pozitif yüklü olanlar için (E) alan yönünde, negatif yüklü olanlar için de (E) alana ters yöndedir. Kısacası, tüm yüklü parçacıklar dolayısıyla iyonlar (1) (E), (B) ve (E - M) alanlardan etkilenmektedirler.
Ayrıca  Faraday kanunu olarak da bilinen ilkeye göre; zamanla değişen manyetik alana bırakılan ya da sabit manyetik alan içinde hareket ettirilen bir telde (tel devrede) akım (dolayısıyla (E) alan) meydana gelir. Eğer akım geçen bir tel devre böyle bir manyetik alana bırakılırsa o zaman da tel üzerinde buna ek bir akım daha oluşur. Mesela bu tür güçlü alanlarda bulunmamız, hareket etmemiz, üzerimizde olumlu ya da olumsuz yönde bir indüklenme yani daha fazla biyoelektriksel faaliyetin oluşmasını sağlar.    
Vücudumuzda hareket eden biyoelektriğin davranışı da yukarıda ifade ettiğimiz şekilde olup bu biyoelektrik akış, vücudumuzun dışına çeşitli frekanslarda yayılan Elektromanyetik dalgaların oluşmasını sağlar. Bu yayılan Elektromanyetik dalga frekansına göre, algılayalım ya da algılamayalım, çeşitli ışınlar şeklinde yayılır. Bunlardan tespit edilebilenler,  kızıl ötesi, mikrodalga ve radyo dalgalarıdır. Bunun dışında bedenden ayrılan bir diğer elektromanyetik dalganın (kızıl ötesi ışımanın) kaynağı da, vücuttaki kimyasal tepkimeler sonucu oluşan (açığa çıkan) ısıdır. Ayrıca, bedenin çok yakın çevresinde bu (E-M) dalgaların havayı iyonize etmesinden dolayı meydana gelmiş olan iyonik hava akımının da varlığı söz konusudur.
Bunu biraz daha açarsak; beyin maddi gıdaları, kimyasal reaksiyonlarla Biyoelektrik enerjiye dönüştürerek kullanmaktadır. Ve beyindeki tüm fonksiyonlar, beyin hücreleri arasındaki bu Biyoelektrik faaliyetleridir. Yani her mânâya göre beyindeki değişik hücre grupları arasında bir Biyoelektrik akışı söz konusudur. Ve beyin, sinir sisteminde akmakta olan bu akım aracılığıyla tüm bedeni kontrol ederken tel örneğinde olduğu gibi bedenin etrafında E-M alanlar oluşturur ve bu alan vasıtasıyla da hücreleri birbirine bağlayarak bedeni bütünsellik içinde tutar. Biyolojik bedendeki canlılığı oluşturan biyoelektriğin meydana getirdiği bu E-M enerjiye “Aura” denmektedir. Ve dışarıdan çeşitli renklerde ışık şeklinde algılanır. İlk olarak 1939 yılında bir araştırma laboratuarında çalışan Sovyet Mühendis Seymon Kirlian tarafından görüntülenen bu alan, insanın üzüntülü, heyecanlı sevinçli…vb durumlarına bağlı olarak, renk dönüşümü ve parlaklık düzeyine göre değişim göstermektedir. Bir insanın parmaklarından çeşitli zamanlarda alınan Kirlian fotoğrafının birinde, bu parmaklardan bir volkanın lav püskürtmesi gibi müthiş enerji dalgaları yayımlanırken, başka bir durumda bu enerji (ışınlar) daha zayıf olarak gözlemlenmektedir. İnsanlar yan yana geldiklerinde ise, auraları  birbirleri içine girer ve bu ışık halesi ile birbirlerini etkilerler. Mesela aurası çok güçlü olan bir mistiğin yanında daha doğrusu aurasının içinde oturuyorsanız onun güçlü enerji alanı altında korunuyor ve o sırada onun olumlu, pozitif tesirlerini alıyorsunuz demektir.
Ayrıca insan vücudunda şakralar ve akupunktur noktalarında enerji yoğunluğu daha fazla olduğu için daha parlak görünür. Canlılarda olduğu gibi cansız nesnelerinde auraları (Kirlian fotoğrafları) bulunmaktadır. Canlılarda auranın kaynağı biyoelektrik faaliyetleri iken, cansız nesnelerde ortaya çıkan aura ise, o cismi meydana getiren atomlardan kaynaklanmaktadır. Çünkü  yoğun ve katı maddeleri oluşturan atomlar birbirlerine çok yakın oldukları için daima birbirleriyle etkileşim halindedirler. Bu etkileşmeler de o cismin atom elektronlarının yörüngeler arası hareket etmesine neden olur. Bu da belli oranlarda tüm dalga boylarında kesintisiz elektromanyetik dalga yayımını oluşturur. Ancak gazlarda katılara oranla seyrek yoğunluğa sahip olduklarından daha az ve kesintili elektromanyetik dalgaları yayınlamaktadırlar ki, her bir atomun kendine özgü bir ışınımı vardır.
Bununla birlikte, aura holografik bir niteliğe sahiptir. Mesela bir yaprağın bir kısmı kopmuş olsa da yaprağın aurasında bu kopukluk görülmez, bu yüzden yok olmuş kısım aurada aynen varmışçasına görülebilmektedir. Keza, organlarından biri veya birkaçı kopmuş olan bir insanın aurasında da normalde bu organın bulunduğu yerde hiçbir şey  bulunmaması beklenirken, sanki organ oradaymışçasına aurası yine tam olarak görünür. Spritualistlerin bir kısmı, auranın bedenden kaynaklanmayıp ondan ayrı bir şey olduğunu, bir kısmı ise, bedenle birlikte var olduğunu düşünmekte, ancak her ikisi de varlığın ölümüyle bu yapının yok olmadığını söylemekte, buna delil olarak da maddi yapı ortadan kalkmış olsa bile auranın kısa bir süre daha varlığını sürdürebildiğini ileri sürmektedirler  (gerçekten yapılan deneylerde, auraya kaynaklık eden canlının ortadan kaldırılmasıyla da aura görüntüsünün bir süre o ortamda kaldığı gözlenmiştir). Bu yüzden yine bu kişiler astral beden de dedikleri bu ışıklı halenin, ruhun bizatihi kendisi olduğunu iddia etmekte, auranın yok oluşunu da bu ruhun farklı boyutlara, ortamlara gittiğini ve oradan da tekrar bedenlenerek dünyaya çeşitli şekillerde geldiğini söylemektedirler (yani reankarnasyon). Oysa, yukarıda da açıkça belirttiğimiz gibi ister canlı isterse de cansız olsun fark etmez, tüm bunların sahip oldukları bu ışınsal yapının kaynağı onların fiziki yapılarından kaynaklanmakta olup bunlardan insana ait olan auranın ise, anne karnında 120. günde beyin tarafından üretilen holografik mikrodalga beden yani insanın ışınsal ikiz bedeniyle (Ruhuyla) hiçbir ilgisi yoktur.    
Canlıların ölümü durumunda biyoelektrik faaliyetleri sona ermesi sonucu auranın o anda değil de belli bir süre sonra yok olmasına gelince...

Devam edecek...
hologramk@yahoo.com
İstanbul - 12.04.2004
http://gulizk.com
(1) Normalde bir atomda pozitif ve negatif yük sayısı eşit olduğu için toplam yük açısından daima nötr yani yüksüzdür. Atomdaki pozitif yükler çekirdeğindeki protonlardan, negatif yükler ise çekirdeğin çevresinde belli yörüngelerde dolanmakta olan elektronlardan kaynaklanmaktadır. Ancak  bir şekilde elektron kaybeden ya da alan bir atomda bu denge bozulduğundan atom, kaybettiği veya aldığı elektron adedince pozitif veya negatif yüklü hale geçer ki bu duruma gelmiş atoma iyon denir. 
 
NOT: Zamanın Doğası ile Kuantum Potansiyeli  yazımız çeşitli düzenleme ve eklemelerle yeniden hazırlanmıştır.
 
 Enerji Alanları ve Biz 2
Canlıların ölümü durumunda biyo-elektrik faaliyetlerinin sona ermesi sonucu, auranın o anda değil de belli bir süre sonra yok olmasına gelince; örneğin sağlıklı bir yaprağın aurası çok canlı ve parlak iken, yaprak ölmeye başlayınca bu parlaklığını kaybetmeye başlar, kuruyup yok olması halinde de yaprağın aurası parlaklığı az da olsa olduğu yerde aynen görünmeyi sürdürür. Çünkü, canlı ya da cansız nesnelerden yayınlanan çeşitli frekanslardaki (E-M) dalgalar o hava ortamında bulunan atom ve moleküllere yüklendiğinden belli bir zaman boyunca kendisini muhafaza etmektedir. Buna bir tür plazma durumu da diyebiliriz. Bunun bir benzer örneğini bir insan odayı terk ettiğinde görmekteyiz. Çünkü o kişinin beyin ve bedeninden yayınlanan (E-M) dalgaların bir kısmı havadaki atom ve moleküllere geçip bir kısmını da iyonlaştırmak suretiyle bunlar tarafından çeşitli şekillerde bir emilip bir bırakılması sonucu o ortamda belli bir süre varlığını devam ettirmekte, ayrıca bu dalgalar  ilgili cihazlarla da tespit edilebilmektedir.
Yapılan araştırmalar başka hayvanlarda olduğu gibi yılanların da  avlarını havaya bıraktıkları bu tür enerji dalgalarını algılamalarıyla onların bulundukları yön, uzaklık, yer...vb tüm koordinatlarını tespit ettikleri ve avladıkları bilinmektedir. Aynı şekilde diyelim ki, bir kişi oturduğu koltuktan, sandalyesinden... kalktı ve siz de oraya oturdunuz. Beyniniz farkında olmadan, o sırada bu kişinin hava ortamına yüklediği pozitif ya da negatif yöndeki enerji dalgalarını alarak sizin olumlu veya olumsuz bir şekilde etkilenmenize, beyninizin parazitlenmesine...sonucunda da tüm bunların bir sonraki aşamada fikir ya  da davranışlarınıza etken olmasına yol açacaktır. Bu durum otomatik olarak ruhunuza kaydedileceği için bunun sonuçlarını ölüm ötesi boyutlarda da yaşamanız kaçınılmaz olacaktır.
Bu alanların güçlü etkilerine maruz kalmayla ilgili olarak mesela; sara hastaları üzerinde yapılan bir deneyde dışarıdan, deneklerin manyetik alanının değiştirilmesi durumunda, beyindeki biyoelektrik faaliyetin, dolayısıyla snapsların kilitlenmesi sağlanarak hastalık durumundaki etkiler aynen oluşturulmuştur. Hatta bu duruma üzerlerine düşen güçlü ışıkların yol açtığı görülmüştür. Gerçekte bu hastalığın kökeninde, kişinin beyninin o yönde koruyucu bir alan oluşturamamasından dolayı ışınsal varlıklar olan Cinlerin o beynin ilgili yerlerini belli (E-M) dalgalarla irrite etmesi yatmaktadır. Yine bu etkileşimler, daha genel anlamda insanların ve hayvanların güçlü enerji alanları altında iken depresyon, korku, vehim halüsinasyon görme, sinirlilik halleri ve taşkın davranışlara da açıklık getirmektedir. Tıpkı depremler öncesinde fay hatlarından yayınlanan güçlü elektromanyetik dalgaların canlılarda oluşturduğu etkiler gibi. Ayrıca güçlü alanların bitkilerin gelişmesi, hücrelerin çoğalması, fare davranışları ve bakterilerin yaşamsal etkinlikleri üzerindeki etkileri de net olarak  gözlemlenmiştir.
Auradan, ayrıca kişinin karakter ve hastalık durumları da tespit edilebilir. Yani, her kişinin astrolojik tesirlerle anne karnında yüz yirminci günde başlayıp ana rahminden dünyaya geldiği ana kadar beynin bu ışınlar tarafından işlenmesi sonucu, her birime ait özel açılımlar oluşur. Ve bu açılımların özellikleri biyo-elektrik faaliyetleri ile auraya yansıdığından, auradan da okunabilir. Hastalıkların düzeltilme işlemi ise beynin ve bedenin holografik yapısından dolayı, bedenin bütününe ait olan tüm özelliklerinin, vücudun her yerinde mevcut olması esasına dayanır. Söz konusu bölgeler, bir insanın ufacık anatomik haritasıdır. Şu anda başta eller, ayaklar, kollar, kulaklar, ense, dil ve diş etleri olmak üzere vücudun tam on sekiz ayrı yerinde bu mikro- akupunktur hologramları tespit edilmiş durumdadır. Ayrıca bir organın hastalanması, aslında beyinde o organla ilgili olan hücre faaliyetlerinin, dolayısıyla gönderilen sinyallerin bozulması, normal işlevlerini yapamaması anlamına gelir. Aynı zamanda bu durum akupunktur noktalarına yansıyarak o noktadaki elektrik akışını etkileyip tıkanmasına, bağlantı zayıfladığı için de bu enerjinin düzensiz bir biçimde o bölgelerde kalmasına (birikmesine), dolayısıyla da çeşitli hastalanmalara, hatta ölümcül hastalıklara neden olmaktadır. Fakat oraya bir iletken iğne yerleştirildiği ya da dışarıdan şifacı tarafından ilgili frekanslarda E-M dalga gönderildiği taktirde (enerji takviye edilerek) bu biyo-elektrik akışı tekrar sağlanacağından beynin o organa ait olan akışı sağlamlaştırılarak normal faaliyetine dönmesi temin edilmektedir. Böylece o organda düzgün hareket etmeyen biyo-elektrik faaliyetlerinin neden olduğu negatif enerji yok olarak enerji, pozitif hale dönüşür. Önemli bir husus da, vücuttaki biyo-elektrik faaliyetlerini, hücre ve dokularını uyararak şifa dediğimiz olayı meydana getiren Elektromanyetik enerji ile bedeni daha derin düzeyinden etkileyip doğuştan imkânsız gibi görünen hastalıklar da ortadan kaldırılabilir. Mesela vücutta bir boyut olan akupunktur sistemiyle normal seviyedeki bir hastalık durumu düzeltilebilirken, Hz İsa (as)’ nın yaptığı gibi bedenin çok daha derin düzeyindeki maddesel dalga boyutuna, hologramına etki ederek beden yeniden yapılandırabilmektedir. Özetle şifa, tek boyutta gerçekleşen bir olgu değildir. Benzer olaylar çok nadir de olsa üst düzey, çok güçlü Cinlerle iletişim halinde olan Mistik görünümlü insanlar tarafından da gerçekleştirilebilmektedir. Bununla birlikte Resulullah da tıbbı reddetmeksizin (hatta bunu teşvik bile etmiştir) belli dua ve zikirlerle şifa verilebileceğini açıkça belirtmiş ve bu yolda yapılan uygulamaları tavsiye etmiştir. Çünkü belli dua ve zikirler, beyindeki şifa kuvvesini harekete geçirerek bu yöndeki manaların açığa çıkmasını sağlamaktadır. Elbette bu güç, kişinin beyin açılımı kadar olmaktadır. Dolayısıyla bu olay, maalesef kendilerini metafizik alemin birer otoritesi olarak kabul edip bilimsel değil, materyalist bilim adamları gibi konuşan birtakım insanların söylediği gibi psikolojik bir olgu, şartlanma ya da tesadüfi bir oluşum kesinlikle değildir. Çünkü evrende hokkabaz değneğine yer yoktur. Her şey bir sistem ve düzenle hareket etmektedir. 
Auranın bir özelliği de, beyni dıştan gelen menfi dalgalardan korumasıdır. Eğer ilgili hücrelerdeki faaliyet yetersizse, o istikamette Elektromanyetik alan oluşturulamayıp gelen menfi dalgalar bloke edilemeyeceğinden (yani tamamen yok edilip ya da etkisi azaltılamayacağından) bu durum  beyinde hücre faaliyetlerine yol açarak o kişide negatif fikir ve davranışların açığa çıkmasına neden olacaktır. Buna halk dilinde “nazar” da denmektedir. Nazar sadece insanlar üzerine değil, tüm nesnelere bitki ve hayvanlara da etki etmektedir. Menfi dalgaların bloke olmasının nedeni ise, dalgaların birbirlerini yok etme esasına dayanır. Çünkü gelen menfi bir dalgaya o dalganın tepe kısmına çukur, çukuruna da tepe gelecek şekilde (yani aynı tür dalganın belli bir faz farkıyla) gönderilecek bir dalga gelen menfi dalgayı tamamen sıfırlar (siler, yok eder). Eğer gönderilen dalganın yoğunluğu yani dalga sayısı menfi dalganın yoğunluğundan az ise bu sefer kişide olumsuzluğa yol açacak dalga tamamen yok edilemese de onun zararlı etkisi oldukça zayıflatır. Aynı fazdaki çeşitli dalgaların birleşmesi durumunda ise, daha güçlü bir dalga meydana gelir.
“Göz değmesinden Allah'a sığının. Zira göz değmesi haktır.” (hadis)
“Kötü göz sahibinin gözünden zehir gibi bir etki çıkar. Eğer bu bir kişiye ulaşırsa onu bitkin bir hale sokar, ona zarar verir”   (hadis)
“ Kötü nazar adamı öldürür, kabre kor ve deveyi hasta eder.” (hadis)
“Kaderi geçecek bir şey olsa onu ancak göz (değmesi) geçerdi. Sizden yıkanmanız istendiği vakit hemen (vücudunuzun kenar kısımlarını) yıkayın.   (Hadis)
Dikkat edilecek olursa son hadisteki ikili ifade birbirinden bağımsızmış gibi görünse de aslında bu tür kötü etkilere karşı bize korunma sistemini anlatmaktadır. Çünkü nazar olayında beyne gönderilen enerji, beynin biyo-elektrik akışını etkilemesi dolayısıyla bu zararlı etkinin tamamen yok edilmesi ya da tesirlerini minimum seviyeye indirip onun zararsız hale getirilmesi için bu enerjinin ya sıfırlanması veya bir yere aktarılması gerekmektedir. Aktarma işleminin en kolay yolu ise yıkanmaktır. Çünkü suyun en önemli özelliği hem parazit enerjiyi alması hem de deri aracılığıyla beynin ihtiyaç duyduğu biyo-elektrik enerjisi yani pozitif enerji takviyesi yapmasıdır. Aynı işi ikinci dereceden toprak da yapar. Keza aptestin asıl amacı temizlenmek değil, beyine biyo-elektrik takviyesi yaparak ibadet adı altında ruha enerji yüklenimini yükseltmesidir. Eğer bu temizlenmek için olsaydı bir bardak su ile de olsa aptest alın ya da su bulamadığınız taktirde teyemmüm edin, yani belli şekildeki hareketlerle elinizi yüzünüzü toprağa sürün denmezdi. Dolayısıyla, bunun anlamı, su bulamadığınız yerde hiç olmazsa üzerinizdeki negatif enerjiyi topraklayıp tekrar topraktan pozitif enerji alın demektir. Keza cünüp  olma durumunda beynin meni ile biyo-elektrik deşarjı sonucu hem kaybettiği enerjiyi uygun düzeyde tekrardan alması hem de bu kaybın bedende neden olduğu düzensiz, negatif enerji durumunu ortadan kaldırmak için yıkanılması, bu sayede gelen enerjinin ölüm ötesine dönük kullanımı için de boy aptesti denen hareketlerin yapılması gerekmektedir. Aksi taktirde cünüplük durumundaki düzensiz enerji, beyin aracılığıyla auraya ve dışa yansıyacağından karşıdaki kişinin beyninin de parazitlenmesine, olumsuz etkilenmesine sebep olur.
Devam edecek...
 
Enerji Alanları ve Biz 3
Nazarın bilinçsizce açığa çıkmasına karşın, büyü ve sihirde ise, bilinçli bir yönlendirme söz konusudur. Nasıl ki kendi frekans gruplarına göre yayınlanan TV, radyo telefon…dalgalarının oluşturduğu bir şebeke ağı varsa aynı şekilde insan beyninin yaydığı dalgaların da meydana getirdiği bir şebeke ağı vardır. Bu nedenle istenilen kişinin sahip olduğu eşyalar (saç vs...), birer konsantrasyon objesi olarak kullanılarak belli kelime tekrarları ile bu şebeke ağındaki o istenilen beyinle ilişkiye geçilip (genelde E-M dalga yapılı bilinçli varlık olan cinlerin yardımıyla da) nazar olayındaki gibi etkiler oluşturulabileceği gibi, şifa da verilebilmektedir.
Nazara, sihre (büyüye) ve cinlerin her türlü etkilerine karşı koruyucu dalgaların üretilmesi ise, belli dua ve zikir adı altındaki kelime tekrarlarının beyinde ilgili hücre gruplarını faaliyete geçirmesi sonucu yayınlanmasıyla oluşmaktadır. Beyinde oluşan her bir faaliyet, dışa çeşitli frekanslar şeklinde yansıdığı gibi aynı anda ve şekilde Ruha da kaydedildiği için bu dualar ölüm ötesi boyutta aynı frekans aralığını paylaşacağımız cinlerin bize uygulayacakları çeşitli etkilerine karşı da koruma sağlamış olacaktır. Bazı özel duaların okunmasıyla tıpkı lazer ışını gibi beyinden öyle güçlü Elektromanyetik dalgalar yayınlanır ki, bu tür dalgalar cinlerin olumsuz fikir, vesvese  ya da insanların hayal güçlerini irrite etmeleri sonucu var olmayanı varmış gibi göstermek suretiyle çeşitli ilkalarını, etkilerini ortadan kaldırmanın ötesinde direkt bu ışınsal varlıkların dalgasal yapılarını tahrip etmek suretiyle onları rahatsız edip uzaklaştırmakta, buna karşılık uzaklaşmadıkları taktirde, onları yok edebilmekte, öldürmektedir. Onların bu ölüm şekli için “yakmak” tabiri de kullanılmaktadır. Bunun yanında birkaç kişinin bir araya gelip aynı anda toplu olarak bunları belli sayılarda okumaları hem okunan kişinin beyninin bu doğrultuda forme edilmesini, aktif hale getirilmesini (bu arada okuyanlar da birbirlerini bu yönde güçlendirmektedirler) hem de Cinlere karşı çok güçlü etkilerin meydana gelmesini sağlamaktadır.
Ayrıca bu tür duaların okunması sırasında ortaya konacak bir sürahi ya da bir bardak dolusu suyun, okuyan kişilerin beyin dalgaları tarafından moleküllerinin iyonize edilmesi dolayısıyla hastaya içirtilmesi ve yine okunma esnasında sağ elin okunan kişinin başı üzerine konulması durumunda da o kişinin beyni pozitif yönde takviye edilerek  istenilen yönde daha güçlü (verimli) çalışması temin edilebilir.
Görüldüğü üzere, korunma işleminin beyin-enerji sistemiyle ilgili olması dolayısıyla dua ve zikirler okunmadığı sürece bunların yazılı bir metin olarak ya da bu amaçlı, çeşitli nesnelerin üzerimizde taşınmasının hiçbir faydası yoktur.
Dünyanın merkezinde %90 demir ve demir bileşikleri, %9 nikel ve % 1 oranında da sülfür, oksijen, altın... bulunur. Bu oranları daha iyi kavrayabilmek için bir misal verirsek, yaklaşık % 1’ e yakın bir oranda bulunan altını eğer bu çekirdekten çıkartmış olsaydık dünya üzerindeki tüm karaların yüzeyini altınla kaplamak mümkün olurdu. Dünya üzerinde bulunanın milyonlarca katı basınç yüzünden yeryüzünün tam merkezinde katı ve çok sert metalden yapılmış 2754 km çapında demir bir çekirdek bulunur. Bu iç çekirdeğin üzerinde ise çok yüksek sıcaklıklar dolayısıyla 2200 km kalınlığında yine tamamen demir ve nikel ağırlıklı eriyik halde sıvı çekirdek bulunur. Aslında  dünyanın oluşumu sırasında demir yok denecek kadar az olmasına karşın, bu denli yüksek oranlarda demirin bulunmasının nedeni de, 4,5 milyar yıl önce dünya çok sıcak bir durumda iken demir yüklü dev bir göktaşı ile çarpışması sonucu bunun merkeze yerleşerek erimesiyle meydana gelmesidir. Burada çok ilginç bir nokta, bu durumun birebir olarak bundan 1400 sene evvel Kuran’da anlatılmış olmasıdır. Çünkü Hadid suresi 25’ te “ ...ve kendisinde şiddetli bir sertlik ve insanlar için menfaatler bulunan demiri de gökten indirdik” denerek demirin bizatihi gökten geldiğini bize bildirmektedir.
Yeryüzünün doğudan batıya dönmesi, çekirdekteki  iyon halinde elektrik yüklü bu sıvıyı da aynı  şekilde batıdan doğuya doğru girdaplar meydana getirecek şekilde döndürmesi sonucu, milyarlarca amperlik elektrik akımını, dolayısıyla da dünyanın kuzey –güney yönünde mıknatıstaki gibi bir manyetik alanın oluşmasını sağlar. Manyetik kuzey-güney kutupları da dünyanın kutuplarıyla paralel olmayıp aralarında ortalama 1550-1600 km mesafe bulunmaktadır. Ayrıca bu uzaklıklar da sabit değil, her yıl birkaç km dünyanın kutuplarına doğru yaklaşıp uzaklaşmaktadır. Bu manyetik alanların tarih boyunca hep aynı yön ve güçte olmadığı, çeşitli dönemlerde ise tamamen yer değiştirdikleri artık bilinmektedir. Bunların nedeni ise bu girdapların önce yavaşlayıp sonunda durduktan hemen sonra tekrardan ters yönde dönmeleridir. Bu işlem sırasında tüm girdaplar bir anda değil, lokal olarak ayrı zamanlarda ters dönmeye başlarlar. Şu anda güney kutbundan çıkıp kuzey kutbundan içeri giren manyetik çizgileri göz önüne alırsak, dünyanın güney kısmında yer alan bu girdaplar ters dönmeye başladığında bu durum o bölgedeki manyetik alanın zıt yönünde bir manyetik alanın oluşmasını sağlayacağından öncelikle o bölgedeki manyetik alanın yavaş yavaş zayıflamasına, sıfıra ulaştıktan hemen sonra da kendi yönünde baskın konuma geçip o doğrultuda güçlü bir manyetik alanın meydana gelmesine neden olur. Aynı işlem dünyanın her bir bölgesi için de aynen geçerli olduğundan, manyetik kutuplar zaman içinde tamamen yer değiştirmiş olurlar. Ancak bu yer değiştirme işlemi birkaç yüzyıl sürmekle birlikte bu dönemde küresel boyutlarda hem manyetik alanın gücü azalmakta hem de çok büyük manyetik alan düzensizlikleri ortaya çıkmaktadır. Ayrıca girdap hareketlerinin neden olduğu bu düzensizlikler, dünyanın çeşitli yerlerinde geçici olarak 7-8 ya da daha fazla manyetik kutbun oluşmasına da neden olur. Çekirdekteki iyonize sıvının yön değiştirip tekrar düzenli, kararlı hale geldikten bir sonraki benzer dönüşümü ortalama 250 bin yıldır. En son değişim ise bundan biraz farklı ve çok gecikmeli olarak 780 bin yıl önce meydana gelmiştir. Şu anda yapılan hesaplamalar, dünyanın manyetik alanının geçtiğimiz birkaç yüzyıla nispetle azaldığını bu yüzden de gecikmeli olan bu yer değiştirmenin başlamış olduğunu bize göstermektedir.  
Bu alan, uzaydan gelen zararlı kozmik ışınları, parçacıkların enerjisinin çoğunu ya da tamamını kaybettirerek alan çizgileri etrafında spiraller çizdirtip dünyanın manyetik çevresi boyunca dolaştırdıktan sonra, bu parçacıkları kutuplarda toplayarak yeryüzünün çok büyük bir bölümüne inmelerini önler. Sonucunda bu kozmik ışınlar kutuplardaki atmosferin üst tabakalarında atom ve moleküllerle çarpışarak geceleri Aurora denen ışık parıltılarını oluştururlar. Manyetik alanlar bu düzensizlikler döneminde her ne kadar zayıflayacak olsa da küresel anlamda aslında tam olarak sıfırlanmaz. Dolayısıyla, bunun neden olacağı etkiler felaket boyutlarına ulaşmayacaktır. Ancak bu durum, eskisine oranla kozmik ışınların yeryüzüne daha fazla inmesini sağlayacağından yine de bir kısım canlıların DNA’ larının etkilenmesine, fiziksel yapılarının değişmesine ve hücrelerin çoğalma güçlerini kaybedip canlıların Radyasyon hastalığından (kanserden) ölmesine neden olurlar. Bu çevrimler geçmişte yaşamış canlılardan bir kısmının yok olmalarına (toplu ölümlerine) açıklık getirirken, değişim ve düzensizlikler döneminde  bu alanda oluşacak artma ya da azalmanın yerin manyetik alanını algılayarak yaşamlarını buna göre düzenleyen hayvanları da çok fazla etkileyeceği ortaya çıkmaktadır. Buna örnek olarak yönlerini manyetik pusulaya göre bulan göçmen kuşlarla, yuvalarını manyetik kutuplara göre kazan köstebekleri verebiliriz.  Güneş ve sistemindeki Merkür, Jüpiter, Uranüs, Neptün gezegenleri ile yıldızların, galaksilerin de birer manyetik alanları mevcuttur (Mars ise bir zamanlar dünyadakinden 20-30 kat daha büyük manyetik alana sahip olsa da şu anda küresel bir manyetik alanı yoktur). Ayrıca bu enerji alanları tıpkı aurada olduğu gibi, yıldız ve gezegenlerin ikizleri olan dalgasal boyutlarla karıştırılmamalıdır.
Devam edecek...
 
Enerji Alanları ve Biz 4
Bedeni saran sinir sisteminde akmakta olan biyo-elektrik enerji gibi yeryüzünün altından da gezegeni enlemesi ve boylamasına geçen, nedeni şu an için tam olarak bilinmese  bile dünyanın iç dinamiğiyle ilgili olduğu düşünülen, etkisi tamamen kanıtlanmış olan seyyal enerji damarları (elektrik akımları) bulunmaktadır. Bu enerji çizgileri de akupunktur noktalarında olduğu gibi belli bölgelerde kesişerek daha güçlü enerji noktaları oluşturmakta, dolayısıyla bu enerji de düzenli ya da düzensiz davranış biçimlerine göre pozitif ve negatif (kara) radyasyon akımları olarak adlandırılmaktadır. Buna, Çinliler “ejderha”, Keltliler “peri” İngilizler “Ley hatları” adını verirken çeşitli kültürler, varlığını tespit ettikleri bu şeyi farklı isimlerle anmaktadırlar.                                    
Şimdi bunu biraz daha irdelemeye çalışalım: Bir üstte belirttiğimiz üzere, bu enerji hatları birbirlerini kestiği noktalarda çok daha büyük enerji alanları meydana getirmekle birlikte, bu alanlar çeşitli biçimlerde uzaya doğru yayınlanmakta, astrolojik tesirlerle de yayınlar artış göstermektedir. Pozitif akımların yanında negatif olarak adlandırdığımız enerji alanları ise, tıpkı vücudumuzda akmakta olan biyo-enerjinin kesintiye uğrayıp düzensiz bir durumda bulunması gibi, negatif hatlar da enerji akışının çok zayıfladığı, bloke olduğu ve bu yüzden düzensiz davranışlar sergilediği bölgelerdir. Bu düzensizliğin giderilmesinin yolu olarak tıpkı akupunktur iğnelerinin yaptığı gibi bu bölgelere çeşitli kazıklar, yuvarlak ya da dikili taşlar yerleştirilerek enerji akışı tekrar sağlanmakta yani pozitif hale dönüştürülmekte ve sonucunda da bu enerjinin toprak üstüne, uzaya daha rahat yayınlanması sağlanmaktadır. Keza, geçmişte ilkel olarak düşündüğümüz atalarımızın şamanlar, kâhinler, dinsel önderler...vb tarafından tespit edilen bu yerlere çeşitli taş yapıların, bloklarının yerleştirilmesi de tesadüfi değildir. Aynı şekilde tapınakların, yaşam yerlerinin pozitif bölgelere inşa edildiği de artık bilinmektedir.
Doğada gördükleri nesnelerin ruhları ya da öte âlem ve varlıklarıyla ilişki kurdukları bu sayede de çeşitli mesajlarla bazı olağanüstü haller gösterdikleri söylenen şamanların, kâhinlerin, dinsel rehberlerin... tespit ettikleri bu bölgelerde çeşitli yan faktörlerle birlikte transa girip ayin yapmalarının nedeni,  söz konusu pozitif enerji alanlarının beynin açılımı doğrultusunda (istikametinde) faaliyetlerini artırmasının, bu boyutlara geçişi sağlayan faktör olmasıdır.
Bazı kişiler, bu enerji düğüm noktaları üzerine konulan taşlara, taş yapılara dokunduklarında baş dönmesinin meydana geldiğini, hatta bazı radyetesistlerin ya da hassas kişilerin belli zaman aralıklarında bu taş yapılara girdiklerinde, değişen manyetik alanlar dolayısıyla çeşitli duygusal yanılgılar, halisünasyonlar, garip sesler, titreme, ürperti, heyecan...vb fiziksel şeyler hissettikleri de tespit edilmiştir. Radyetesistler ley hatlarının, yer altı suyunun, gömülmüş metallerin ya da madenlerin  sebep olduğu lokal  (E-M) alanları ellerindeki çatal şekilli uzun çubuklarla tespit eden hassas kişilerdir. Bunu algılamalarının sistemini şöyle açıklayabiliriz: Nasıl ki bedenden çeşitli frekanslarda (E-M) dalgalar yayımlanıyorsa aynı şekilde vücut bir anten gibi çeşitli dalgaları absorbe ederek sinir sistemi vasıtasıyla bu enerjinin beyne ulaşmasını sağlamaktadır. Bununla birlikte statik (durgun) Elektrik ve Manyetik alan değişimleri de bedende aynı etkileri meydana getirmektedir. Bu nedenle, ister statik isterse hareketli (E-M) alan değişimleri bu kişilerin kollarındaki sinir sistemlerinde (dolayısıyla beyninde) mevcut olan  biyo-elektrik hareketliliğini etkileyerek kollarının ileri-geri, aşağı-yukarı doğru sarsılmasını, sallanmasını meydana getirmekte, sonuçta  o şeyin algılanmasını sağlamaktadır. Öyle ki, Fransız Fizikçi  Prof. Rochard tarafından yapılan laboratuar deneylerinde radyetesistlerin birkaç saniyede 1 gaussun 20-30 binde birlik değişimi algılayabildikleri ispatlanmıştır. Aynı şekilde, yine beyinleri hassas olan kişiler tarafından hasta vücuduna dokunulmaksızın bedendeki biyo-elektrik hareketleri eller vasıtasıyla algılanarak o kişinin sahip olduğu hastalıklar tespit edilebilmekte daha önce de belirttiğimiz gibi, şifacı tarafından uygulanan (E-M) alanlar vasıtasıyla da hastanın organ üzerindeki düzensiz elektrik faaliyetleri düzeltilebilmekte, dolayısıyla hastalık ortadan kaldırılabilmektedir.
Vücudun enerjiyi absorbe edip beyinde değerlendirdikten sonra tekrar dışa yayın yapma özelliğini çok üst düzeyde kullanan Hz. İsa (a.s) da Lazar’ı diriltme esnasında bedenini bir anten gibi kullanmak için bir kolunu göğe doğru, diğer kolunu da gergin bir vaziyette Lazar’a doğru uzatmıştı. Çünkü bu şekilde evrenin her yerinde mevcut olan anlam yüklü sonsuz enerji dalgalarından (Radyal Enerjiden) ilgili olanları yukarıda tuttuğu kol vasıtasıyla alarak bunu beyinde düzenledikten sonra diğer eliyle bu enerjiyi Lazar’a odaklamış, böylece onun üç boyutlu hologramik enerji yapısını bir hamur gibi yeniden yapılandırarak onu tekrar canlandırmış, diriltmiştir. Benzer biçimde Hz Muhammed (sav) de beddua ederken avuç işleri yere bakacak şekilde tutarak yerden aldığı enerjiyi aynı sistem ve beyin vasıtasıyla ilgili olayları meydana getirecek şekilde yayınlamıştır (odaklamıştır).  
Tekrar konumuza dönersek; bununla ilgili bir başka deneyde de radyetesi uzmanı Bill Louis, Londra Emperial Kolejden Dr. Eduardo Balonovski ve ünlü bilim adamı Fizik ve Matematik Profesörü John Taylor’la birlikte güney Galler’de bir nehir kenarında bulunan 4 metrelik  tarih öncesi bir taşı incelediklerinde Bill, bu taştan zamanla değişen bir manyetik alanın varlığını hissetmeye başlar. Bill’ in akabinde Taylor ve Balanovski, bu taşı Gauss-metre (manyetik ölçerle) ölçtüklerinde bu alanın İngiltere’ ye ait olan 0,47 gaussluk değerinin üzerinde olduğunu, ayrıca bu enerjinin spiral biçimde uzaya doğru yayıldığını tespit etmişlerdir. Ley hatları üzerine konulan taşların tesadüfi olarak belli hizalarda ve mesafelerde konumlandırıldığını düşünen bazı matematikçiler de iddialarını bilgisayar yardımıyla kanıtlamak için yaptıkları araştırmaların sonuçları karşısında büsbütün şok geçirmişlerdi. Çünkü, matematiksel olarak da bu taşların tesadüfi yerleştirilemeyeceği net olarak görülmüştü. Aynı şekilde 1900’ lü yılların başında Greenwich Rasathanesi müdürü Sir Norman Lockyer ile 30’lu yıllarda Oxford Üniversitesi Mühendislik Bölümünden Prof. Alexandre Thom da çok geniş çaplı araştırmalarda bu taşların ley hatları boyunca tesadüfi olarak yerleştirilmediğini kanıtlamışlardır. 80’ li yılların başında Arkeoloji Enstitüsünde araştırmacı olan inorganik kimyacı Dr. Don Robbins de taşlardan kurulu dairesel yapıların çeşitli (E-M) enerji yayımladıklarını bilimsel olarak tespit etmiştir. Dr. Robinson’ un keşfettiği, sadece bununla sınırlı değildi. Bunun yanında bu taşlardan gece ve gündüzün eşit olduğu Mart ve Eylül gün dönümlerinde çok daha yüksek frekanslı dalga yayınımı olduğunu, topraktaki radyoaktivite oranının daire dışında olana oranla çok çok düşük bulunduğunu ve bu taş yapıdaki enerjinin uzaydan gelerek dünyaya kadar inen kozmik ışınları (1) durdurup koruyucu bir kalkan gibi hep bu dairenin dışında tuttuğunu da belirlemiştir.
Devam edecek...
(1) Her ne kadar kozmik ışınlar, yerin manyetik alanı ile atmosferdeki molekül ve atomlar tarafından durdurulmuş olsalar da yine de çok küçük bir bölümü yer yüzüne kadar inmektedir.
Devam edecek...
 
Enerji Alanları ve Biz 5
Belli aralıklarla dizilmiş olan taş yapıların ya da dikili taşların bulunduğu bölgelerde yaşayanlar (ikamet edenler) ile bu bölgelerden geçen bazı insanlarda bir takım halüsinasyonlar görme, psişik yeteneklerinin ortaya çıkması, pisikokinetik fenomenlerinin görülmesinin yanında ışık toplarının, çeşitli renkler saçan parlak ışık kürelerinin (disklerin) yani Ufo’ların görüldüğü de bilinmektedir. Gerçekten de Ufo raporları incelendiğinde, bu fenomenlerin çok büyük sıklıkla bu hatlar boyunca görülmesi, birçoklarını dünya dışı uzaylı varlıkların bu enerji hatlarından yararlandıkları şeklinde bir yoruma götürmüştür. Oysa gerçekte bu alanların beyinde vehim gücünü artırması ve cinlerin de bu artan vehim gücü dolayısıyla beyni çeşitli yönlerde çok daha rahat irrite etmesi, bu türden çeşitli metafiziksel fenomenler ile vizyon-algı tipi olayların oluşumuna neden olmuş ve olmaktadır. Benzer olayların dünyanın çeşitli yerlerinde düzenli ya da düzensiz fark etmez, çok güçlü (E-M) alanlar üzerinden geçen pilotlar tarafından da deneyimlendikleri bir sır değildir.Örnek olarak; üzerinde uçtukları yerin gerçekte buzulla kaplı olmasına karşın, geçmiş dönemlerindeki haliyle uçsuz bucaksız yemyeşil orman arazileri ve içlerinde de eski çağlara ait soyu tükenmiş hayvanların bulunduğunu, okyanus üzerinde olmalarına karşın, ormanlarla kaplı kara parçası üzerinde uçtuklarını algılamaları, herhangi bir yerleşim bölgesinden geçerken o yerin onlarca yıl önceki halini görmelerini...vb verebiliriz. Ayrıca, bu fenomenleri deneyimleyenlerin ne görüp yaşadıklarını bilecek kadar askeri ve sivil havacılığın gözbebeği olan deneyimli pilotlar olduğunu ve bu gördükleri şeylerin o anda radarlarla izlenip konuşmalarının kaydedildiğini ve bu esnada araçtaki pusulaların da ani ve hızlı değişim gösterdiğini de belirtmekte yarar var (Bermuda Şeytan Üçgeni, dünya üzerinde tespit edilmiş manyetik alan düzensizliğinin en yoğun olduğu on iki bölgeden biridir). Ancak, yukarıda belirttiğimiz nedenlerden ötürü bunlar, kara ve denizde de yaşanılan benzerlerindeki gibi gerçekte bir zaman kayması sonucu algılanan şeyler değildir. Geçmişe ait olan görüntülerin tamamiyle doğru olarak tespit edilmesinin sistemi ise, Cinlerin yapıları dolayısıyla geçmişe ait bütün bilgilere sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu bilgilere geçmişe ait tüm oluşların (E-M) dalga olarak atmosfer içinde kayıtlı olduğu Akaşaları okuyarak vakıf olmaktadırlar. Cinlerin geleceğe ait olan bilgileri öğrenme oranlarının %5-10’ u geçmemesi ve insanlara geleceğe dönük yaşattıkları halisünasyonların da hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz geniş zaman dilimlerini içermesi, haliyle gerçeği yansıtmamaktadır.
Negatif ley hatları insanlarda duygusal karışıklığa, negatif düşünce bozukluğuna, sıkıntı, bunalma, o yerden uzaklaşma isteğine  yol açtığı gibi, ciddi fiziksel, ölümcül hastalıklara ve hatta kansere bile sebep olmaktadır. Pozitif ley hatları ise bir önce bahsettiklerimizin tam tersini oluşturmakta, mesela daha önce büyümeyen ağaçlar, bitkiler... güçlenip hızlı bir şekilde olgunlaşmakta hayvanlar ise çok daha sağlıklı ve hızlı üremektedirler. Dolayısıyla, eğer pozitif radyasyon alanında ev ve işyeri kurulmuşsa yaşam huzurlu, verimli ve bereketli olurken, negatif durumda ise hastalıklar, sıkıntı, işlerin ters gitmesi... gibi etkiler oluşur. Bununla birlikte nedenine bir sonraki konuda değineceğimiz, çok sert ve güçlü pozitif (E-M) enerjilerin bulunduğu bölgelerde de despotizm, savaşlar, gerilimler, çatışmalar, kargaşalar... ve bu nedenden kaynaklanan açlık, sefalet de görülebilmektedir.
Bölgesel güçlü enerji alanlarının sebebi ise, ley hatlarının yanı sıra, nasıl ki çekirdekteki genel akıntılar dünyanın küresel manyetik alanını (Van Allen kuşağını) oluşturuyorsa daha küçük çaplı çeşitli lokal girdaplar ve akıntı hareketleri de yerel aşırı manyetik alanların oluşmasını sağlar. Bunun yanında, toprak altındaki su hareketlerinin, manyetik özelliğe sahip demir, nikel, kobalt... gibi maden yataklarının ve o bölge ya da yakın çevresinde bulunan fay hareketlenmelerinin yol açtığı toprak sürtünmelerinden kaynaklanan elektriklenme de yine bu yerel, bölgesel statik (durgun) ya da periyodik hareketli (osilasyonik) (E-M) alanların oluşumunu meydana getiren faktörlerdir. 
Bu konuda araştırmacı Phill Collahan, geliştirdiği bir alet yardımıyla jeo-manyetizmanın neden olduğu manyetik alanları topraktan aldığı numuneleri ölçerek neden bazı bölgelerdeki gerilimin ve savaşların çok aşırı olduğu sorusuna Belfast, Bosna ve Orta Doğu’dan aldığı örnekleri, başka bölgelerden aldıklarıyla kıyaslayarak cevaplandırdı, yani güçlü manyetik alanlar... Dolayısıyla, Jeo-manyetik alanlar bir gün çevrim ya da daha farklı sebeplerden ötürü başka  bölgelere kaydığı zaman, manyetik kaos o yerlere de sıçrayarak bu bölgelerde de çeşitli sosyal kaosların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Peygamberlerin çoğunun Orta Doğu’da ortaya çıkması ve belli dağlara çıkmaları da oldukça düşündürücüdür. Yine bu konuyla ilgili olarak; adamın biri Hz. Muhammed (sav)’ e gelerek malca zengin, çoluk çocuk sahibi ve huzurlu iken yeni almış olduğu evde yaşamaya başladıktan çok kısa bir süre sonra işlerin ters gittiğini, mallarının ve sayılarının azaldığını, huzurunun (neşesinin) kalmadığını bildirerek yardım ister. Resulullah da evi kötü addederek hemen orayı terk etmesini ve başka yere yerleşmesini söyler. Adam da hemen denileni yapar ve bu olumsuz gidişten hemen kurtulur. İşin gerçeği ise elbette ki, Hz Muhammed (sav)’in de bilmesine rağmen, o dönemde bahsedemeyeceği  ley hatlarıdır. Yoksa işin iç yüzünü bilmeyenlerin düşündüğü gibi, bazı nesnelerin ya da evlerin... kendisinden kaynaklanan uğursuzluk (lanet) benzeri tanımlamalarla bir ilgisi yoktur (çünkü uğursuzluk, lanet diye bir kavramın varlığı söz konusu değildir).
Bizim direkt algılayamadığımız ses, koku ve çeşitli frekanslardaki enerji dalgalarını algılayabilen hayvanların da ley hatlarından yayılan radyasyonların kendileri için ne kadar faydalı olduğunu tespit edebildikleri ve yaşamlarını bu akım kanallarına göre yönlendirdikleri bilinmektedir. Bu sebepten evinizde bir kedi besliyorsanız, kediniz evinizin neresinde daha fazla kalıyorsa, yatıyor-uyuyorsa oraları sizin de mesken tutmanız, oralarda oturmanız, yatmanız her zaman sizin açınızdan da faydalı olacaktır. Bununla ilgili olarak, Resulullah Medine’ ye geldiğinde herkes ona kendi evini açar, açtıkları yerin kendisinin olmasını teklif ederler, buna karşın, Hz Muhammed (sav) bunu kabul etmeyerek yer seçim işini devesine bırakır. Deve ise, serbest bırakılır bırakılmaz belli bir mesafe gittikten sonra bir sahabenin evinde durur. Ve Resulullah orada kalmaya karar verir. Herkes bu olayı normal olarak, sosyolojik açıdan Hz Muhammed (sav)’ in kimseyi kırıp gücendirmemek için yaptığını düşünür. Oysa işin gerçeği, pozitif enerji titreşimlerini en iyi algılayabilen hayvanların başında gelen devenin o bölgede en yüksek  pozitif akımını bulması için bırakılmış olmasıdır.
Devam edecek...
Enerji Alanları ve Biz 6
Tarihte dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi, başta İngiltere olmak üzere Avrupa ve Anadolu'da da  hep bu pozitif ley hatları üzerine şatolar, tapınaklar, hastaneler şifa merkezleri... daha doğrusu şehirler inşa edildiği, artık günümüzde bilinen bir gerçektir. Bu şehirlerin de birbirleri arasında üzerlerinde bulundukları enerjilerin güçlerine göre üstünlükleri bulunmaktadır ki, hadislerde de bununla ilgili bir çok ifade yer almaktadır. Mesela: “Dört şehir cennettendir. Mekke, Medine, Kudüs, Şam. Mekke Medine’den, Medine Kudüs’ten, Kudüs Şam’dan, Şam diğer bütün şehirlerden üstündür. Mekke, İlahi celal ve azametin; Medine, İlahi güzelliğin; Kudüs, İlahi kemalin tecelli ettiği yerdir.” hadisinde olduğu gibi. Bazı hadislerde ise bu ve bazı şehirler “Emin beldeler” olarak da ifade edilmişlerdir.  Mistik kaynaklara baktığımızda bu şehirlerin yanında İstanbul, Bağdat, Bursa’...nın da yüksek ruhaniyete sahip olan şehirlerden olduğu görülmektedir.
Şehirlerde bulunan bu enerjinin bir diğer kaynağı da o şehirde yaşayan ya da ölüm ötesi boyuta (Berzah Boyutuna) intikal etmiş yüksek Ruh gücüne sahip evliyalardır. Bu gerçeğe yine Hz. Muhammed (s.a.v) “Bir şehrin (mekânın) şerefli oluşu orada bulunanlardan ileri gelmektedir”   sözüyle işaret etmiştir. Yeryüzünde adeta bir enerji santrali gibi yayın yapmakta olan belli enerji merkezlerinin başında ise Kâbe dolayısıyla, Mekke şehri gelmektedir. “Bu Kâbe, on dört evden biridir. Yedi arzın her birinde bu evlerin bir benzeri yaratıldı” hadisi hükmünce on dört evden biri olan Kâbe; hem ölüm ötesine dönük olarak Ruha kapasiteleri oranında çok yüksek düzeyde enerji yükleyen hem de bu yüksek enerjinin yetenekli beyinlerde çeşitli oranlarda ek kapasiteleri de devreye sokarak Özle, Sonsuz Bilinçle bağlantı kurmasını temin eden (sağlayan) bir konsantrasyon merkezidir. Yüksek enerji akımlarının birleşerek çok büyük akımların, dolayısıyla güçlü radyasyonların yayımlandığı bu enerji düğümü üstünde bulunan Kâbe’nin, üzerinden göğe doğru yükselmekte olanbu enerji (Nur) sütunu, beş duyu ötesi algılamaya sahip evliya tarafından  bizatihi algılanmakta ve görülebilmektedir. Yine bu zümre, Kâbe ile görüşmekte, konuşmakta, onunla hemhal olmakta ve ondan akan bir biçimde de ilim almaktadırlar. Hatta bu bilince sahip olmasalar bile bazı insanlar, onu gördüklerinde adeta kendilerinden geçip istem dışı olarak fark ettikleri birtakım hisler  sebebiyle ona yapışıp ağlamakta, onunla bir sevgili, dost gibi konuşmaktadırlar.Kısacası Kâbe, bir Ruha ve Bilince sahip olan Canlı, Şuurlu bir varlıktır. Onun gerçek yapısını kendi Özünde  algılayan ya da görenler Kâbe’nin çok yüksek bir Kemalata sahip bir Veli olduğunu da açıkça belirtmektedirler. Yoksa klasik anlamda düşündüğümüz gibi, ötedeki bir tanrının gönlünü, hoşnutluğunu kazanmak için360 tane putun yerine konulmuş ayrı bir put veya alelade bir taş yapı değildir.  Bu yüzden, tüm dünya Müslümanlarının Kâbe’ye dönerek ibadet etmesinin nedeni, öylesine konmuş basit bir taş yapıya, Tanrı adına tapınma değil, en azından aptes alıp beyne biyo-elektrik takviyesi yaparak Kâbe’ den enerji temin etme esasına dayanmaktadır.  
Zaten başka ayet ve hadisleri incelediğimizde çok basit olarak görüp değerlendirdiğimiz taşın, toprağın, dağın, ırmağın...vb cansız ve şuursuz şeyler olmadıkları ve her birinin kendi frekansal titreşimlerince canlı, şuurlu oldukları açıkça belirtilmektedir. Bu nedenledir ki M. Arabi: “ Bütün eşya, Allah’ı bildiren şahitlerdir. Onlarsız Allah’ı bilmek mümkün değildir. Allah’ı Bilmek için eşyaya nazar etmek gerekir” demektedir. Bu konudaki ayet ve hadisler ise şöyledir: “Hiçbir varlık yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. Lakin siz onların tesbihlerini anlayamazsınız...” (17-44), “ Ben Mekke’de öyle bir taş biliyorum ki, o beni daima selamlardı” (hadis) “ Şu dağı görüyorsunuz (Uhud Dağı’nı göstererek). O bizi sever biz de onu severiz” hadis, “ Ben ve Uhud kardeşiz.”  (hadis)       
Kâbe’deki  enerjinin büyüklüğü hakkında ise Hz. Muhammed (s.a.v) “Kâbe’ de kılınan iki rekat namaz, dünyanın başka mescitlerinde kılınan namazdan yüz  bin kat daha fazla sevaplıdır” ifadesini kullanmaktadır. Yani bire yüz bin oranında... Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, genel anlamda Kâbe nedeniyle Mekke çok çok yüksek bir enerjiye sahip olmasına karşın enerji şiddetinin en yüksek olduğu yer, Kâbe’nin merkezidir. Enerji yoğunluğu dolayısıyla, bu enerjinin en verimli ve güçlü kullanım alanı da Kâbe’yi çevreleyen 30 m yarıçaplı dairesel bölgenin içinde kalan yerdir. Yani en üst düzeyde fayda sağlamak için bu bölgede tavafın yapılması en uygun olanıdır. Ayrıca, beyindeki her bir işlem ruha yüklendiği gibi, bu durum aynı anda dışarıya da yayın yaptığından orada bulunanlar bu yayınlarla da birbirlerini güçlü bir şekilde etkilerler. Bu nedenle bu yüksek (E-M) alanların insan beyin faaliyetlerini normalin kat be kat üstünde çalıştırması sonunda düşüncede kalanları bile o şeyleri eyleme geçirme düzeyinde ışınsal bedene yüklemektedir. Bu da hadiste: “Başka yerlerde sadece fiillerinizden sorumlusunuz, Kâbe’de ise düşüncelerinizden de sorumlusunuz...” şeklinde açıklanmıştır.
Yüksek enerji alanlarının birleşerek çok güçlü yayın oluşturduğu bir diğer yer de Kâbe’nin uzantısı olan Arafat Dağı’nın tam altıdır. Bildiğimiz üzere günahların af olma işleminin gerçekleştiği Vakfe anı da burada yaşanmaktadır. Milyonlarca insanın buraya gelip yerden yayımlanan bu güçlü ışınım desteğiyle yükselen beyinsel hareketler sonucu günahlarının af olmasını, silinmesini istemesi, bu kişilerin hem bu yönde tek bir manaya dönük olarak yani tıpkı lazer ışını gibi tek bir frekansta yayın yapmasına hem de beyin alıcılarını dışarıdan gelen bu tek dalga boyundaki yönlendirilmiş dalgalara açılmasını sağlayarak orada bulunanların toplu olarak meydana getirdikleri çok güçlü (E-M) alanlar sayesinde ışınsal bedenlerindeki Negatif yükleri silmiş olurlar. Diğerlerinde olduğu gibi bu işin de işleyen bir mekanizmanın gereği olduğunu Hz Muhammed (sav): “ Eğer bir kâfir, kayıp devesini bulmak amacıyla  bile burada bulunmuş olsaydı onun da günahları silinirdi” sözleriyle bize anlatmaktadır. Burada çok önemli bir nokta; Nebilerin ve yüksek dereceli evliyanın da Arafat’ ta hazır bulunup var olan güçlü ışınımı daha da güçlendirerek sıfırlama işlemini sağlamalarıdır. Bu nedenle burada günahlardan tamamen arınma işlemi, sadece bu bölgede bulunan yüksek radyasyon ve insanlardan yayınlanan (E-M) alanlara bağlı bir şey olmayıp esas vurucu, tamamlayıcı işlevi vakfe anında orada bulunan bu yapılar meydana getirmektedir. Dolayısıyla, sıfırlama işleminin Kâbe’ de değil, sadece ve sadece Arafat’ ta Vakfe anında gerçekleşmesi yüzünden , ne kadar Umre ziyareti (kendi içinde çok büyük bir yararları bulunmuş olsa da) yapılırsa yapılsın bir Haccın yerini tutmamaktadır. Burada şöyle bir soru sorulabilir: Kâbe’ deki pozitif enerji hattının Hz. Muhammed (sav)’ den önce de var olduğu ve çeşitli putlara tapan kâfirlerce de burada devamlı ibadet edilip, zemzemden de içildiğine göre, şu anki durum onlar için de aynen geçerli olmaz mı? Ya da benzer faydalanmaların olması gerekmez mi? Bu sorunun cevabı; “evet bir takım faydalanmaların olduğu gerçektir, ancak bu yararlanma ölüm ötesi boyutlara değil, tamamen dünya değerlerine dönük birtakım şekildedir.” Olmalıdır. Yani buradaki pozitif enerji, tamamen maddeye dönük olarak bu birimlerde hükmünü icra etmektedir. Kâbe’ deki bu enerjinin ölüm ötesi boyutlara dönük kullanımı ise, Hz. Muhammed (sav) ’ in varlığı ile meydana gelmiştir. Çünkü, yürürlükte mevcut olan bir sistem var, ama bu sistemin Meleki güçlerle, meleklerin gücüyle ya da benzer ifadeyle Astrolojik tesirlerle farklı biçimlere yönlendirilmesi de söz konusudur. İşte burada böyle bir yönlendirme var. 
Devam edecek...
 Enerji Alanları ve Biz 7
Bildiğimiz gibi, suda meydana gelen iyonlaşma (ve sahip olduğu mineraller) değdiği zaman dokularda, içilmesi durumunda ise, vücuttaki hücrelerde çeşitli kimyasal işlemler sonucu oksijen alınımını fazlalaştırarak hücresel faaliyetleri artırmakta, böylece hücrelerde, dokularda... canlılık meydana getirmekte yanı sıra da beyine biyo-elektrik takviyesi yapmaktadır. Tıpkı şifahanelerde bulunan iyonize olmuş suyun yarattığı olumlu etkiler gibi... Normal insanlarda ise bu su, canlılık, enerji ve beynin biyo-elektriksel faaliyetlerinde artış oluşturur. İşte Kâbe’ deki zemzem suyu da Kabe’nin altındaki enerji düğüm noktasından geçip  diğer benzerlerine kıyasla çok daha yüksek düzeyde iyonlaşarak bir kuyuda toplanmakta ve buradan da toprak üstüne çıkmaktadır. Eğer bu doğal kaynak su yerine bu enerji düğümü üzerinden aynı kuyuya dışarıdan herhangi bir şebeke suyu gönderilmiş olsaydı benzer şekilde bu yüksek enerji tarafından iyonize edileceğinden bu su da aynı özelliği taşımış olacaktı. Dolayısıyla bunu deneyimleyenlerin de tespit ettikleri gibi, bu suyun içilmesi ve onunla aptes alınmasında sayısız faydalar, şifalar elde edilmekte, beyne çok yüksek seviyede biyo-elektriksel takviye etmesi nedeniyle de tavaf ve çeşitli ibadetler sırasında orada bulunan güçlü enerjiyi ruha en yüksek düzeyde yüklenmesini sağlamaktadır. Bunun yanında tavaf sırasında yetenekli (kabiliyetli) beyinler de farklı boyut ve varlıklarını algılama, yüksek bilinç sahipleriyle görüşmek,...vb birçok türden olağan üstü haller yaşamakta, Öze dönük bir biçimde sistemi müşahede etmektedirler ki, bu da yüksek ışınım ve zemzemin insanlara verdiği manevi yönlü şifasıdır.                                    
Bununla ilgili çok ilginç bir hadis de şöyledir. “ Zemzem ne niyetle içilirse ona şifadır.” Dikkât edilecek olursa burada da zemzemin, genel olarak direkt  bedende sayısız faydalar oluşturmasının yanında bir de, onun sağladığı güçlü etkiyi her herhangi bir niyet ve istek ile bir noktaya odaklayarak (yoğunlaştırarak) çok daha güçlü ve etkili yararların elde edilmesi söz konusudur. Yani, bu suyun yüksek iyonize durumunda bulunması, beyni normalinden çok daha fazla güçlendirmesi sonunda (orada bulunan enerji desteğiyle de) bilincin, örtük düzen boyutundan ilgili şey doğrultusunda tekrar programlama yapmasını sağlayarak şifa kuvvesini arzu edilen istikamette yönlendirmek suretiyle bulunduğumuz boyuttaki bedende radikal iyileşmeler meydana getirebilmektedir. Bugün nedenlerini bir türlü açıklayamasalar da dünyanın önde gelen bilim adamlarınca tamamen onaylanan ve başta Lourdes olmak üzere dünyanın birçok yerindeki şifahanelerde birtakım imkansız iyileşmelerin meydana gelmesinin kökeni de bazı yan faktörlerle birlikte yine bu sisteme dayanmaktadır.   
Hacerül Esved taşına gelince: Bu taşın özelliği, beynin biyo-elektrik faaliyetleri sonucunda oluşan ve beyinde parazitlenmeye, beyinsel işlevlerin negatif yönde etkilenmesine neden olan statik elektriği almasıdır. Böylece tavaf esnasında beyinde normalden çok daha fazla üretilen bu statik enerji boşalarak bir sonraki şaftta beyni daha randımanlı hale sokmakta, beynin daha verimli çalışmasını sağlamaktadır. Bu durumu Hz. Muhammed (sav) de, “Hacerül Esved sütten daha beyaz bir şekilde ak idi.  Ancak İnsanoğlunun Ruhu onu kararttı” şeklinde ifade etmiştir.
Konunun daha iyi anlaşılması açısından tekrardan pozitif ve negatif kavramlarına geri dönersek, pozitif enerji hattı çok yüksek elektrik akımlarının neden olduğu çok güçlü (E-M) alanlarının canlılar üzerinde oluşturduğu olumlu, negatif enerji hattı ise, çeşitli nedenlerden ötürü akımların kesintiye uğraması, zayıflaması sonucu yayımlanan düşük (E-M) alanları ile bloke sebebiyle o bölgede biriken statik (durgun) elektriklenmenin canlı organizması üzerinde oluşturduğu olumsuz etkiler dolayısıyla adlandırdığımız enerjilerdir. Aynı şekilde vücudumuzda biriken statik elektriklenme de beden ve beyindeki biyo-elektrik hareketliliği etkileyerek negatif etkilerde bulunmaktadır. Yani (E-M) alanların gerçekte pozitif ya da negatif gibi kavramlara sahip olmamasına karşın bizim enerjiyi bu şekillerde sınıflandırmamız tamamıyla görsel olarak bize fayda ya da zarar vermesine göre betimlemiş, isimlendirmiş olmamızdandır.
Benzer biçimde pozitif enerjinin de beyinler üzerine olan iki tür etkisi sebebiyle çok daha yüksek frekanslı olanlara sembolik olarak Celal Nurları buna nispetle daha düşük frekanslı dalgalara da Cemal Nurları adı verilmektedir. Yine bu yüzdendir ki bir kişinin Celali ya da Cemali oluşu onun yaydığı dalgaların güçlü ya da buna göre daha düşük frekanslı olmasından kaynaklanmaktadır. İşte Kâbe’de bulunan yüksek (E-M) radyasyonun özelliği celali olup bunun insanlar üzerinde oluşturduğu etki buraya gelenler tarafından fark edilir seviyededir. Bu nedenle bu güçlü alanlar, kişide potansiyel olarak mevcut olup da o güne kadar açığa çıkmamış bazı özelliklerin su üstüne çıkmasına sebep olmaktadır. Böylece bu güçlü ışınım yüzünden bazıları çok daha fazla sakin, hoşgörülü, yardım sever bir kimliğe bürünürken, kimileri de daha bencil, sinirli, asabi, geçimsiz, huysuz, hükmedici bir yapıya dönüşmektedir. Bu konuyla ilgili, hacılar üzerinde yapılan  araştırmalarda bu insanların orada bulundukları sırada birden ortaya çıkan depresyon, aşırı panik (heyecan), taşkınlık...vb huy değişimleri bilimsel olarak da tespit edilmiştir (bkz. Hac Dönüşü Açık Uyarı – Ahmed Fevzi Yüksel / www.sufizmveinsan.com / Tasavvuf).
Bu güçlü enerjinin insan beyinleri üzerinde meydana getireceği parazitlenme nedeniyledir ki, Hz Muhammed (sav), Mekke’nin kalma ve oturma yeri olmadığını, orada hac ibadetinin bitimini takiben en fazla üç gün kalınabileceğini söyleyerek orayı en erken şekilde terk edilmesini tavsiye etmiştir.  
Bu elektrik akımlarının neden olduğu yüksek düzeydeki enerji yayınımının insanlarda şiddet ve Celal halini meydana getirici bir faktör olması, orada yerleşik halde bulunan insanları da otomotikman bu özellikli kılmaktadır. Bu yüzden oranın halkı buraya gelenlerce de tespit edildiği gibi hırçın, kaba, sert, kırıcı, celali davranışlar sergileyen bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla, Mekke’ de sadece, dışarıdan gelenler bu yüksek radyasyon sonucu birbirlerine karşı bu türden davranış sergilemelerinin yanında oranın halkı tarafından da aynı muamelelerle (olaylarla) karşılaşmaktadırlar. 
Devam edecek...
Not: Kaynakçalar en son bölümde açıklanacaktır
Enerji Alanları ve Biz 8
Buna karşılık, Medine şehrinde Kabe’ deki gibi Celali bir durum söz konusu değildir. Çünkü, buradaki enerjinin (nurun) Mekke’ ye nispetle daha düşük frekanslı olması orayı daha ılımlı, tatlı, Cemali bir havaya sokmaktadır. Bu da orada yerleşik bulunan ya da oraya gelen insanları daha anlayışlı, sakin kılmakta, insanlar kendilerini çok daha huzurlu hissetmektedirler. Dolayısıyla, buradaki ilişkiler daha uysal ve yumuşaktır. Medine ziyaretinin Mekke’ den sonraya bırakılmasının nedeni; Kabe’ deki çok yüksek enerjiden yaşanan bölgedeki çok daha düşük enerji alanı içine girmesiyle beyinde oluşacak olan negatif etkileri ortadan kaldırmak (ya da zararları en aza, minimum seviyeye indirmek) ve böylece dönecekleri bölgeye daha iyi uyum sağlamaları için ara tampon görevi oluşturmasıdır. Yine “seferi” adı altındaki yolculuk esnasında orucun geçici olarak kaldırılması ile namazın iki rekata indirilmesinin nedeni de bu manyetik alan değişimlerinin biyolojik canlılar üzerine etkilerine dayanmaktadır. Çünkü belli bölgede sınırlı yaşam, beyinsel işlevleri o ortamdaki manyetik alanlarla uyumlu kılar. Yaşanılan yerden belli bir mesafe geçildiği takdirde, beyin değişen enerji alanları dolayısıyla parazitlenmekte, normal faaliyetlerini sürdürememekte bu yüzden kişide bir tedirginlik, huzursuzluk meydana gelmekte, sonucunda da ruha yükleme sekteye uğrayarak enerji transferi çok düşük düzeyde kalmaktadır. Bu durumu Hz. Muhammed (sav): “Seferde oruç tutmak, hazarda(1) iftar etmek gibidir” sözüyle dile getirmektedir. Oysa bildiğimiz üzere ibadet adı altındaki tüm çalışmalardan amaç, ölüm ötesi boyutlarda ihtiyaç duyacağımız yegâne enerjiyi (namazı göz önüne aldığımızda konsantrasyon desteğiyle de) ruha en yüksek düzeyde temin etmektir. (Bkz. Seferi Namazın Teknik Açıklaması- Ahmed Fevzi Yüksel / www.sufizmveinsan.com / Tasavvuf)
Böylece, bu durumlarda sistemi kaale almadan normal şartlardaki gibi yapmak ya da fazlasıyla eda etmeye çalışmak bize fazlasıyla yarar ya da pozitif kazanç sağlamayacaktır. Çünkü, ibadet adı altında teklif edilen tüm çalışmalar gerçekte tamamıyla her an işlemekte olan sistemin işleyiş prensiplerine göre düzenlenmiş hükümlerdir. Bu hükümleri en iyi bilen ve bunu bize bildiren Resulullah’ı  bir kenara bırakıp sisteme ters harekette bulunan bu tür insanların düştükleri durumla ilgili can alıcı bir olay şöyledir: Bir gün Hz. Muhammed (sav) ashabıyla sefer yapıyordu. Ashaptan bazıları oruç tutuyordu. O gün çok sıcak olduğundan erkenden bir yere konakladılar. Havanın sıcaklığından oruçlular oruçlarını tutmaya devam edip oraya yığılıp kaldılar. Oruç tutmayanlar ise, çadır kurup hayvanları yemlediler. Bu durum karşısında Hz. Muhammed (sav) şu anlamlı sözü söyledi:  “Bugün sevabı oruç tutmayanlar kazandı. ”   
Burada şu denebilir: “Madem böyle olumsuz bir tehlike var, o zaman niçin Hacca gidelim ki?” Bu soru ilk bakışta her ne kadar mantıklı gibi görünse de, olay iyice düşünüldüğü taktirde görüleceği üzere, en azından her ne şart altında olunursa olsun burada o güne kadar günahlardan tamamen silinme olayı ile ölüm ötesi boyutlarda ihtiyaç duyacağımız yegâne sermayemiz olacak enerjinin kıyasa gelmeyecek oranlarda ruhumuza yüklenmesi söz konusudur ki, bu da hayatta hiçbir şeyle ölçümlenemeyecek bir gerçektir. (Bkz. Temel Esaslar- Ahmed Hulusi)
Devam edecek...
Not: Kaynakçalar en son bölümde açıklanacaktır.
Enerji Alanları ve Biz 9
Hacdan döndükten sonra sayıları fazla olmasa da bazılarında görülen bir diğer şaşırtıcı hal de sanki dinle bir ilgisi yokmuş gibi, dinsel kuralları bir kenara bırakıp dedikodu, fitne, kin, nefret, kıskançlık ... gibi eylemler ile çıkarlarına, bedensel dürtü ve zevklerine dönük, negatif enerji getirici birtakım davranışlar sergilemeleridir. Bunun nedeni de bu yüksek radyasyonun kişide potansiyel olarak var olup o ana kadar atıl halde bekleyen menfi özelliklerini yani beynindeki bununla ilgili bölgelerini ağırlıklı çalıştırması sonucu oluşmasıdır. Bu yüzden Kâbe’ de o ana kadar tüm günahlarından arınma gerçekleşmiş olsa da beynin genel açılımında madde ve dünyaya dönük özelliklerin ağırlıklı olması ve buradaki bu yüksek ışınımın da beyni genel açılım doğrultusunda yüksek çalışma moduna sokup programlaması sonucu, o kişilerin bu negatif eylemleri sergilemelerine, dolayısıyla hacca gitmeden önceki durumlarına kıyasla kat be kat fazla negatif enerjinin ruha yüklenmesine yol açmaktadır. Bu sebeple, Kâbe’ ye gitmesine rağmen, döndükten sonra ortaya koyacağı negatif eylemlerle bir kişinin cehennemlik olması her zaman mümkündür. (bkz. Temel Esaslar- Ahmed Hulusi).
Hacda elde edilen enerjiler anlatageldiklerimizle sınırlı olmayıp hac adı altında yapılan diğer tüm faaliyetlerle (ibadetlerle) de belli enerjilerin temini sağlanmaktadır. Çünkü, her bir eylemin beyinde direkt bir karşılığı bulunması dolayısıyla belli enerjilerin ruha yüklenmesi ancak bu hareketlerle yoğunluk kazanabilmektedir. Ayrıca, şu ana kadar anlattıklarımız, işin zahiri, enerji planındaki yönüdür. Bunun yanında buradaki tüm faaliyetlerin, hareketlerin bir de şuursal planda Evrensel Bilince dönük Soyut, Batıni anlamları bulunmaktadır (Bkz. Akıl Ve İman – Ahmed Hulusi / Hac Yolunda Ahmed Fevzi Yüksel / www.sufizmveinsan.com - Tasavvuf). Dolayısıyla, hacca gitmek, Kâbe’yi ziyaret etmekten maksat, oranın enerji yönünün yanında Bilinç boyutu itibariyle de Kâbe’nin Hakikâtiyle hakikâtlenmek, O’nun özellikleriyle bezenmektir.      
Bu şehirlerle ilgili var olan bir özellik de: “Medine'ye geçit veren dağ gediklerinde birbiriyle kenetlenmiş melekler vardır. Her gedikte kınından çekilmiş kılıçlarıyla bekleyen iki meleğin korumaları sebebiyle, Deccal Medine’ ye giremez."  
“Deccal şehrime giremez... Medine şehri için İbrahim (as) Mekke’yi haram kıldığı gibi ben de Medine’yi haram kıldım... İbrahim (as)’ın Mekke’ye yaptığını ben de Medine’ye yaptım”
hadislerinde belirtildiği üzere (bunun Batıni anlamı yanında) gerçekten de Deccal’in bu iki şehre fiziksel olarak da girememektedir. Bunun nedeni, Mekke’ de Kâbe’nin, Medine’de de Hz Muhammed (sav)’ in Ruhaniyetinin, Ruh gücü varlığının Deccal’e engel olmasıdır.
Devam edecek...
 
Enerji Alanları ve Biz 10
Bizlerin şartlanma, değer yargıları ve duygularına sahip olmayan ve Hz. İsa ( as)’ın deyişiyle insanca düşünceden arınmış, sıyrılmış Allah gibi düşünen ve o bakışla bakan bu yapılar için iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, zor ya da kolay...vb göreceli tüm kavramlar geçerli olmayıp sadece manaların terkipler halinde kuvveden fiile çıkışı ve kendi içindeki dönüşümleri söz konusudur. Dolayısıyla olanlar, sadece olması gerekli olan şeylerdir. Bu nedenle her şeyin mutlak bir düzen halinde, yerli yerince gördükleri için de ne yazı kış ne de kışı yaz yapmaya çalışırlar. Kendini bilen bu kişiler bize göre acı, ıstırap verici, üzüntülü olayları bile tıpkı hoş, tatlı, sevindirici olaylarda olduğu gibi zevk alarak yaşarlar. Bu yüzden onların bir diğer ismi de “zevk ehli” olarak ifade edilmektedir. Fikir vermesi açısından ünlü bir sufist bu konuda: “Allah bugün bana bela göndermedi yoksa beni unuttu mu? ” diyerek bizim gibi sıradan insanların altından kalkamayacağı bir yaşantı halinde olduğunun işaretlerini göstermektedir. 
Öyleyse bu insanlar, bizlerin daha iyi huylusu, iyi kalplisi, daha safı olan birer iyi ahlak derneği üyeleri midir, yoksa Özlerine vakıf, sistemi Okumuş olarak bu sistemde işlevler meydana getiren üstün yetenekli varlıklar mıdır?Elbette ki, ikincisi... Çünkü; tüm insanların, toplumların iradesi ve tüm dünya üzerindeki olayların yönlendirilmesi yani deprem, sel, kuraklık...gibi doğal afetlerle, savaşlar, büyük olaylar...vb hep Kozmik Bilinci, kapasitelerince ve hiyerarşik bir düzende yansıtan bu yapılarca oluşturulmaktadır. Yani Allah’ın tasarrufunun varlıklara ulaşmasını sağlamaktadırlar. Ya da benzer deyişle, Allah, varlıktaki tasarrufunu bu veli kulları adı altında meydana getirmektedir. Aslında, velilerin sayısı her dönem için yüz yirmi dört bin olarak sabit olmasına karşılık, bunların yaklaşık %99,9’ u, geri kalan % 0,1’ lik dilimde yer alan kendi hakikâtine vakıf olanlarca yönlendirilen ve kendilerini, kendi hakikatlerini bilmeyen bu yüzden de bilinç dışı olarak görevlerini yapan birimlerdir. Bunlar ancak ölüm ötesi yaşantıya geçtikleri anda yaşarken veli olduklarının farkına varırlar ki, bu velilere şeriat velisi adı verilmektedir. Diğerlerine ise Hakikat velisi denir ki, aralarında kıyasa gelmez düzeyde farklılıklar bulunmaktadır. Kaldı ki, hakikat velileri arasında bile Bilinç (boyut) farklılıkları mevcuttur. Kendi aralarındaki görevleri de farklı farklıdır. (1) 
Hakikatini bilen, bu yüzden de yaptığı işi farkında olarak gerçekleştiren görevli veliler bu olayları direkt kendileri Ruh gücü yani Beyin dalgalarıyla oluşturabildikleri gibi, kendi emrine verilmiş görevli avam melaike ve cinleri kullanarak da meydana getirebilmektedirler. Yine aynı şekilde beyin kapasiteleri çok yüksek olan bu insanlar yine belli görevli melek ve ışınsal varlıklara tasarrufta bulunarak onlara istediklerini yaptırarak, onları kullanarak belli şeylerden haberdar olabildikleri gibi, belli şeylere yön verebilmekte ve aynı şekilde etrafındakilere de yardımcı olabilmektedirler.
Olayların meydana gelişinin sistemi ise mesela; doğal afetleri göz önüne aldığımızda, bildiğimiz üzere dünya ve tüm boyutlarıyla evren temel düzeyde mana terkiplerinden, mana (bilinçli enerji) titreşimlerinden, meleklerden oluşmaktadır. İşte bu mana terkiplerinden oluşmuş sistemdeki istenilen terkibe, gönderilen anlam yüklü dalgalar ile manasal dönüşüm oluşturularak arzu edilen olayların meydana gelmesi sağlanır ve biz bunu yaşadığımız boyutta doğal felaketler olarak algılarız. Ya da başka başka olaylar şeklinde... Bunun tam tersi durumların oluşması da yine aynı sisteme dayanmaktadır. Yani felaketlerin ertelenmesi, tamamen durdurulması ya da başka yerlere kaydırılması...vs. Veyahut bir ülkenin, ülkelerin (toplumların) yönlendirilmesi ile ilgili olarak da o bölgenin yetkili, güçlü kişi ya da kişilerinin beyinlerine (hologramlarına) etki edilerek sonuçlanması istenilen yönde kararların alınması dolayısıyla da bu kararların yürürlüğe sokulması temin edilir.
Zaten dua dediğimiz olay da beyinden bir amaca yönelik olarak yönlendirilmiş mana yüklü dalgalar ile, her bir şeyin bir diğer şeyle bağlantı halinde olduğu sisteme etki edilerek istenilen olayların oluşmasını sağlamak değil miydi? Mesela Resulullah “Allah’ı zikredene yıldırım isabet etmez” (2) diyor. Oysa bir yıldırımın gücü en az 3-5 milyon volt iken nasıl oluyor da beyin dalgalarıyla böyle bir güce karşı konulabiliyor. Bunun cevabı yine birçok kez değindiğimiz üzere beyinden yayınlanan anlam yüklü dalgaların o yönde, kendini koruma istikametinde sistemi bilgilendirmesi, sistemin de bu bilgi doğrultusunda hareket etmesi esasına dayanmasıdır. (Bkz. Evrensel Sırlar / Kendini Tanı- Ahmed Hulusi)
 
(1) Hz Muhammed (sav)’ den önce de hakikat velileri bulunmaktaydı ancakVelayet kurumu olarak Hz Muhammed (sav)’ den itibaren başlamıştır. Ondan önceki bu işlevleri ise Melekler meydana getirmekteydi.
(2) Aslındayıldırımdan korunma olayıAllah’ı zikredenin korundukları şeylerden sadece biridir.
Devam edecek...
Enerji Alanları ve Biz 11
Bizlerin şartlanma, değer yargıları ve duygularına sahip olmayan ve Hz. İsa ( as)’ın deyişiyle insanca düşünceden arınmış, sıyrılmış Allah gibi düşünen ve o bakışla bakan bu yapılar için iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, zor ya da kolay...vb göreceli tüm kavramlar geçerli olmayıp sadece manaların terkipler halinde kuvveden fiile çıkışı ve kendi içindeki dönüşümleri söz konusudur. Dolayısıyla olanlar, sadece olması gerekli olan şeylerdir. Bu nedenle her şeyin mutlak bir düzen halinde, yerli yerince gördükleri için de ne yazı kış ne de kışı yaz yapmaya çalışırlar. Kendini bilen bu kişiler bize göre acı, ıstırap verici, üzüntülü olayları bile tıpkı hoş, tatlı, sevindirici olaylarda olduğu gibi zevk alarak yaşarlar. Bu yüzden onların bir diğer ismi de “zevk ehli” olarak ifade edilmektedir. Fikir vermesi açısından ünlü bir sufist bu konuda: “Allah bugün bana bela göndermedi yoksa beni unuttu mu? ” diyerek bizim gibi sıradan insanların altından kalkamayacağı bir yaşantı halinde olduğunun işaretlerini göstermektedir. 
Öyleyse bu insanlar, bizlerin daha iyi huylusu, iyi kalplisi, daha safı olan birer iyi ahlak derneği üyeleri midir, yoksa Özlerine vakıf, sistemi Okumuş olarak bu sistemde işlevler meydana getiren üstün yetenekli varlıklar mıdır?Elbette ki, ikincisi... Çünkü; tüm insanların, toplumların iradesi ve tüm dünya üzerindeki olayların yönlendirilmesi yani deprem, sel, kuraklık...gibi doğal afetlerle, savaşlar, büyük olaylar...vb hep Kozmik Bilinci, kapasitelerince ve hiyerarşik bir düzende yansıtan bu yapılarca oluşturulmaktadır. Yani Allah’ın tasarrufunun varlıklara ulaşmasını sağlamaktadırlar. Ya da benzer deyişle, Allah, varlıktaki tasarrufunu bu veli kulları adı altında meydana getirmektedir. Aslında, velilerin sayısı her dönem için yüz yirmi dört bin olarak sabit olmasına karşılık, bunların yaklaşık %99,9’ u, geri kalan % 0,1’ lik dilimde yer alan kendi hakikâtine vakıf olanlarca yönlendirilen ve kendilerini, kendi hakikatlerini bilmeyen bu yüzden de bilinç dışı olarak görevlerini yapan birimlerdir. Bunlar ancak ölüm ötesi yaşantıya geçtikleri anda yaşarken veli olduklarının farkına varırlar ki, bu velilere şeriat velisi adı verilmektedir. Diğerlerine ise Hakikat velisi denir ki, aralarında kıyasa gelmez düzeyde farklılıklar bulunmaktadır. Kaldı ki, hakikat velileri arasında bile Bilinç (boyut) farklılıkları mevcuttur. Kendi aralarındaki görevleri de farklı farklıdır. (1) 
Hakikatini bilen, bu yüzden de yaptığı işi farkında olarak gerçekleştiren görevli veliler bu olayları direkt kendileri Ruh gücü yani Beyin dalgalarıyla oluşturabildikleri gibi, kendi emrine verilmiş görevli avam melaike ve cinleri kullanarak da meydana getirebilmektedirler. Yine aynı şekilde beyin kapasiteleri çok yüksek olan bu insanlar yine belli görevli melek ve ışınsal varlıklara tasarrufta bulunarak onlara istediklerini yaptırarak, onları kullanarak belli şeylerden haberdar olabildikleri gibi, belli şeylere yön verebilmekte ve aynı şekilde etrafındakilere de yardımcı olabilmektedirler.
Olayların meydana gelişinin sistemi ise mesela; doğal afetleri göz önüne aldığımızda, bildiğimiz üzere dünya ve tüm boyutlarıyla evren temel düzeyde mana terkiplerinden, mana (bilinçli enerji) titreşimlerinden, meleklerden oluşmaktadır. İşte bu mana terkiplerinden oluşmuş sistemdeki istenilen terkibe, gönderilen anlam yüklü dalgalar ile manasal dönüşüm oluşturularak arzu edilen olayların meydana gelmesi sağlanır ve biz bunu yaşadığımız boyutta doğal felaketler olarak algılarız. Ya da başka başka olaylar şeklinde... Bunun tam tersi durumların oluşması da yine aynı sisteme dayanmaktadır. Yani felaketlerin ertelenmesi, tamamen durdurulması ya da başka yerlere kaydırılması...vs. Veyahut bir ülkenin, ülkelerin (toplumların) yönlendirilmesi ile ilgili olarak da o bölgenin yetkili, güçlü kişi ya da kişilerinin beyinlerine (hologramlarına) etki edilerek sonuçlanması istenilen yönde kararların alınması dolayısıyla da bu kararların yürürlüğe sokulması temin edilir.
Zaten dua dediğimiz olay da beyinden bir amaca yönelik olarak yönlendirilmiş mana yüklü dalgalar ile, her bir şeyin bir diğer şeyle bağlantı halinde olduğu sisteme etki edilerek istenilen olayların oluşmasını sağlamak değil miydi? Mesela Resulullah “Allah’ı zikredene yıldırım isabet etmez” (2) diyor. Oysa bir yıldırımın gücü en az 3-5 milyon volt iken nasıl oluyor da beyin dalgalarıyla böyle bir güce karşı konulabiliyor. Bunun cevabı yine birçok kez değindiğimiz üzere beyinden yayınlanan anlam yüklü dalgaların o yönde, kendini koruma istikametinde sistemi bilgilendirmesi, sistemin de bu bilgi doğrultusunda hareket etmesi esasına dayanmasıdır. (Bkz. Evrensel Sırlar / Kendini Tanı- Ahmed Hulusi)
 
(1) Hz Muhammed (sav)’ den önce de hakikat velileri bulunmaktaydı ancakVelayet kurumu olarak Hz Muhammed (sav)’ den itibaren başlamıştır. Ondan önceki bu işlevleri ise Melekler meydana getirmekteydi.
(2) Aslındayıldırımdan korunma olayıAllah’ı zikredenin korundukları şeylerden sadece biridir.
Devam edecek...
Enerji Alanları ve Biz 12
Velilerin yaptıkları önemli bir olay da görevleri dışında kişisel nüfuzlarını, güçlerini kullanmalarıdır ki, buna feyiz verme de denir. Bu tasarruf değildir. Çünkü Tasarruf dediğimiz, sadece bir velinin görevinin gereği olarak emrindeki melek ve cinleri kullanmak suretiyle herhangi bir olayı oluşturmasıdır. Nüfuzda ise, böyle bir şey yoktur. Tüm velilerde ortak olan bu nüfuz özelliği, kişisel güç olayıdır ki kendine vakıf olmayan veliler bunu yaptığının da farkında değildir. Dolayısıyla, şeriat velilerinde nüfuz dışında tasarruf kesinlikle söz konusu olamaz. Nüfuzda, direkt karşısındaki insana belli konuları izah ettiği sırada konuştuğu birkaç cümleyle birlikte beyninden yayınlanan güçlü dalgalarla tıpkı antene gelen TV dalgalarının antende o elektromanyetik dalgaların frekansına eşdeğerde elektrik akımı oluşturması gibi, o kişinin beyninde atıl kalan kısımlarında biyoelektrik akışı sağlayarak yeni yeni bölümleri devreye sokmakta, dolayısıyla kapasite açılımı meydana getirmekte böylece de o kişi de belli idrakleri oluşturmaktadır. Benzer deyişle, o kişiyi kendi frekansına programlamaktadır. Ancak, kişi aldığı feyiz sonucu kendisinde oluşan kapasiteyi belli çalışmalarla artırmak zorundadır. Yoksa belli bir süre sonra faaliyete geçen bu bölümlerde gerileme ve tekrar kapanma meydana gelir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, velilerdeki bu tasarruf olayı, dünya ve güneş sistemi içinde sınırlıdır. Diğer sayısız sistemler ise, o sistemin kendine has ve insanlardan çok daha  güçlü varlıkları tarafından yönetilmektedir.
Ayrıca bu üstün yetenekli kişiler, çeşitli ilimleri, sahip oldukları güçlü beyin dalgalarıyla dünya üzerine yayarak bu frekanslara programlı beyinlerin, dalgaları alıp değerlendirmelerini temin ederler. Belirli konuların birbirlerinden tamamen bağımsız ve habersiz kişilerce aynı anda ortaya konması ve hatta moda dediğimiz şeyin bile yeryüzüne yayılması hep bu sistemle oluşmaktadır. Bilim ve teknoloji tarihi incelendiğinde bu durumun su yüzeyine çıkmış örnekleriyle karşılaşmaktayız. Aslında bu olay günlük yaşamda bizler arasında da her an cereyan etmektedir. Çünkü her insanın fikir ve idraki beyin dalgalarıyla her an tüm dünya üzerine yayınlanarak kolektif bir frekansal alanın oluşmasına neden olmakta ve sonucunda da bu dalgalar, ilgili frekanslara açık olan beyinler tarafından  alınarak kendilerinde yeni fikirlerin, sentezlerin dolayısıyla idraklerin açığa çıkmasını sağlamaktadırlar. Ancak, biz bu işlevi farkında olmaksızın kurulu olan sistemin gereği olarak otomatikman yaşar ve “aklıma bir anda güzel bir fikir geldi” ya da “ben şunu düşündüm ve buldum” deriz.
Ayrıca bu görevli kişiler, genele dönük olarak genel yayın dalgalarının yanında bir olaya, gayeye, kişiye odaklı yönlendirilmiş dalgalar vasıtasıyla da mesela bir insana belli manaların iletilmesi, onda belli şeylerin açılmasını...vs da temin ederler.
Yine, Mehdi (a.s), Hz İsa (as), ve Deccal de açıkça ortaya çıktıkları zaman  bu herkesin düşüneceği gibi bir işin başlangıcı değil, önceden başlatmış oldukları belli bir sürecin sonucu olarak karşımıza gelecektir. Çünkü bu süreç boyunca bu üçlü, kendi boyutlarının özelliklerini beyin dalgalarıyla yeryüzüne yayarak insanların bu dalgaları alabildikleri oranda, ölçüde düşünce ve eylemler ortaya koymalarına belli noktalarda odaklanmalarına neden olurlar. Bu belli odaklara yönelme durumu daha alt boyutlarda düşük sayıdaki insan grupları için de geçerlidir. (Bkz. Kendini Tanı / İnsan Ve sırları I / Ruh, İnsan, Cin – Ahmed Hulusi).
Devam Edecek...
Enerji Alanları ve Biz 13
Velilerin sahip olduğu bir özellik de (sistemin gereği olarak) var olan çeşitli dalgaları zayıflatarak ya da daha güçlendirerek ilgili yerlere yönlendirmek  veya genel olarak tüm dünya üzerine yayınlamalarıdır. Ayrıca, bir üst düzeydeki veli, alt düzeydeki velilerin beyinlerini de kullanabilmekte, o beyinlere tasarruf ederek onlar aracılığıyla gerekli işlevleri yerine getirebilmektedir. Mesela, Hacda yüksek kemalata sahip veliler, fiziki olarak oraya gitmeseler de manen orada hazır bulunmaktadırlar. Ya da bunun yerine kendi adına ilgili kapasitedeki birini göndererek o beyin üzerinden  gerekli yayınları gerçekleştirebilmektedirler. Aslında hac sadece oradakilerle sınırlı da kalmayıp bir anlamda tüm velileri ve insanları içine alan bir olaydır. Çünkü hac  sırasında ortaya çıkan enerji, o bölgede çok yoğun olarak bulunsa da bu enerji (mikro)dalgaları bir yönüyle de tıpkı radyo dalgalarında olduğu gibi yer ile iyonosfer tabakası (1) arasında gidip gelerek (zig-zaglar çizerek) ışık hızıyla (2) tüm dünya üzerine yayılır ve etkisini tüm dünya üzerinde gösterir.
Velilerin belli bir resul veya nebinin meşrebinde olması ya da tasavvufta görünen ekollerdeki farklılıklar da yine bu frekansal farklılıklardan ileri gelmektedir. Oysa bu işleri bilmeyen insanlar, olayların veya  kişilerin söz, hal ve davranışlarının dış yüzüne baktıkları için, sanki aralarında bir  çelişki, çatışma, sürtüşme varmış gibi görüp bir handikaba, yanılgıya düşmektedirler. Tarikatlardaki şeyh-mürid ilişkisinde de kendini Öz boyutlarında tanımak isteyen müridin, O’ nu karşısında şeyh adı altında bulmasıyla bu Kozmik Bilinç yansıtıcısı tarafından beyni zaman içinde çeşitli frekanslarla işlenerek, torna tesviye edilerek, ilim ve enerji yüklenerek kendi aslını hakikatini tanıması, evrensel bir kimliğe bürünmesi sağlanır. Elbette gerçek tarikatlarda olanlardan bahsediyorum, yoksa zamanımızda mantar gibi ülkenin her yerinde bitmiş,bir kısmı şarlatan, birçoğu ise, Cinlerin oyuncağı olmuş tarikat adı altındaki insan topluluklarını kastetmiyorum.
Yine tarikatlarda rabıta denilen olayla, zikirler sonucu beyinde oluşan hassasiyetler dolayısıyla şeyh denilen kişiyle aynı frekansta rezonansa girilerek ondan ilim ve enerjinin akışı sağlanabilmektedir. Ancak bunun bir tehlikesi vardır, o da yönlendiği kişiyle bağlantı kuramadığı taktirde beynin zikir ile kazanmış olduğu hassasiyet sonucu cinlerin frekansına da açık hale geldiğinden, bu ışınsal varlıkların devreye girmesi ve kişiye bazı mesajların yollanması (verilmesi) söz konusudur. Eğer bu yeterli derecede ilim sahibi değilse, bu mesajların ayrımını yapamayacağından (ki bunlar ayet ve hadislere ters bilgilerdir) rahatlıkla onların oyununa gelirler. Günümüzdeki özü boşaltılmış çoğu tarikatlarda olanlar hep bu kabilden şeylerdir. Bu yüzden belli çalışmalara başlamadan evvel, mutlak olarak bu tür zararlı dalga boylarının, korunma dualarıyla bloke edilmesi gerekmektedir.
Aynı şekilde bilinçsizce, kontrolsüz, sistemsiz yapılan, başta zikir olmak üzere belli çalışmalar da insan beyinlerinde normaline kıyasla daha fazla açılım ve güçlü E-M dalga yayınımı oluşturduğundan, ister istemez beyinlerini otomatik olarak cinni frekansların alımına  kolaylaştırmış olmaktadırlar. Bunun sonucunda da onların çeşitli tesirlerine, türlü türlü senaryolarıyla oyunlarına maruz kalırlar. Böylece bu ışınsal varlıklar o kişiye rüyada, sekarat halinde ya da uyanık olarak, bizatihi maddesel bir biçimde eski evliya suretlerinde görünerek o kişinin zamanın en büyük âlimi, mücedditi, Gavsı ve hatta ahir zamanda ortaya çıkacak olan Mehdisi olduğuna inandırarak yine çeşitli vizyon desteğiyle de Ricali Gaybın (Veliler ordusunun) başı olarak dünyaya, olaylara, insanlara yön verdiği yanılgısına düşmesine neden olurlar. Yine bu sırada Cinler boş durmaz ve o kişinin beynini de kullanarak beyinleri bu yönde olan insanlara etki edip yine benzeri kandırma metotlarıyla o kişinin çok büyük bir zat, şeyh, kurtarıcı...vs olduğunu ilka ederek onun etrafında toplanmalarını temin ederler. Bunlardan bir kısmı da  böyle şeyler görmez ancak beyinlerinin bu frekanslara açık olması dolayısıyla çeşitli olaylar ve süreçler sonucunda yine o kişiye ulaşırlar. Böylece bu insanlar büyük bir zat olarak düşündükleri o kişinin beyin dalgalarına ayarlanarak gün be gün o frekans doğrultusunda beyinleri kökleşerek işlenmeye başlar. Bu yüzden eğer korunanlardan değilseler yani güçlü beyinler tarafından müdahale edilip o ortamdan çekilip kurtarılmadıkça da kolay kolay olayın farkına varamaz ve seçilmiş olmanın verdiği hava ile orada bizatihi deneyimlediği birtakım şeylere kendilerini kaptırarak sistemin gerçeklerinden kopuk, hayallerle ömürlerini tüketirler.
Ruhçuluk adı altında Nar yapılı varlıkların çeşitli isimlerle, bilhassa da günümüzde uzaylı suretiyle insanlara çeşitli algı oyunlarıyla yaşattıkları ya da direkt verdikleri mesajlarla mistik alandaki “Ricali Gayb” kavramını tıpkı diğer kavramlarla yaptıkları gibi çarpıtarak bırakın gezegenimizi, güneş sistemini tüm yıldız sistemlerini ve evrenleri yönettikleri yalanını o insanlara sunmaktadırlar. Her ne kadar “biz insanlara, toplumlara karışmayız” deseler de, dünya üzerindeki yaşamın onlar tarafından kurulduğu ve insan evrimini mükemmelliğe, tanrısal bir yaşantıya ulaştırmak, üstün bir düzeye getirebilmek için Tanrının yardım edici güçleri olarak çalıştıkları, bu yüzden insan ve toplumları devamlı müdahalelerle (ki bunlar insanlar arasından özel seçilmişler aracılığıyla da olabilmekte) yönetmekte olduklarını da açıkça ifade etmektedirler. Bu üst düzey yönetim biçimi ise, Sadıklar Planı Altın Çağ Misyonu kitabının arka kapağında şöyle dile getirilmektedir:
“Dünya planeti, insanlığın Altın Çağda izin ve bilgi verdiği ölçüde daha iyi ve açıkça anlayacağı bir Kozmik yönetici Konsey tarafından yönetilmektedir. Gerçekte, tüm Güneş Sistemi planetleri, böylesine değişik Konseyler tarafından yönetilmektedir. Ve Güneş Sistemi Yönetici Konseyleri, birçok ve birçok Güneş Sistemlerinin tümünü birden yöneten bir Sistemler Yöneticisi Konseye, hiyerarşik yapıya bağlıdırlar.”
(Bkz. Ruh İnsan Cin / İnsan Ve Sırları I- Ahmed Hulusi - Plazma 1 / Ahmed F. Yüksel- Serter Saltık / www.sufizmveinsan.com /fizik)
Devam edecek...
 
(1) Mikrodalgaların bir kısmı uzay boşluğuna yayılsa da bir kısmı atmosferin üst tabakalarındaki serbest halde bulunan elektron, iyonlaşmış atom ve moleküllerden oluşmuş iyonize gaz katmanlarında kırınıma ve yansımaya uğrayarak tekrar yeryüzüne geri dönerler.
(2) Bu dalgaların ışık hızıyla hareket etmesi demek, bir saniyede dünyanın çevresini 8 kez dolaşması demektir.
 
Enerji Alanları ve Biz 14
Uzak doğu dinlerinde de görüldüğü üzere; kurulu sistemde var olmayan belli mantra kelimeleri ile gelişi güzel yapılan zikirlerin (1) (bedenin istek ve arzularına set çekip oruç, inziva...vs. çalışmalarının da ek olarak ) beyinde oluşturduğu hassasiyetler, bu insanların hakikat boyutuna adım atayım derken bu kontrolsüz hareketleri dolayısıyla Nar boyutunda takılmalarına, o boyuta kanalize olup yönelmelerine neden olmaktadır. Böylece farkında olmadan iletişime girdikleri cinlerin oyununa gelerek parçalardan oluşmuş tek bilinç ve ruh anlayışına dayalı panteizm ile ruhların bir bedenden farklı bedenlere geçişi olan reankarnasyon gibi aslı olmayan batıl hayalleri deneyimleyerek gerçeklikten tamamen saparlar. Sonucunda da bunların en iyileri bile çok şeyden mahrum kalır. Parçalardan oluşmuş evrenin ruhuyla ve bilinciyle bütünleşen bu fethi zulmani sahiplerinin yapmış oldukları keramet ve mucizelere benzer tüm olağanüstü olaylar ise, tamamen şeytaniyet vasıflı cinlerin yardımıyla oluşmaktadır. Üst düzey Cinlerin güdümünde olan, buna karşılık alt düzey cinlere dilediğini yaptırarak onları kullanan bu kişilerin meleki (nur) boyutlarını algılayıp değerlendirmeleri de mümkün değildir. Cin kökenli melekleri deetkileyemezler, onları asla kullanamazlar.
Yine çeşitli zikir ve ritüellerle, bilerek yapanlar olduğu gibi farkında olmadan da “uzaylı” ya da başka başka isimler adı altında şeytani vasıflı cinlerin enerji alanlarıyla bağlantı kuran ve bu suretle birtakım insanları etkilemek, olayları yönlendirmek  ve çeşitli şeylerden haberdar olmak için çalışan bazı gruplar da bulunmaktadır. Bunlar ise, ya kendi çıkarları ya iyilik, güzellik, hümanizm, olumluluk ya da direkt kötülük, olumsuzluk duygularını yaymak düşüncesiyle hareket etmektedirler. Ayrıca, bugün bir çok istihbarat servislerinin, medyum ve bağlantılı oldukları cinler vasıtasıyla her tür casusluk faaliyetlerini gerçekleştirdikleri, birtakım şeyler yaptıkları da artık açıkça bilinen bir olgudur. 
Ramazan ayında da astrolojik tesirler ile yeryüzündeki belli merkezlerden gelen güçlü dalgalar, bu frekansa uyumlu beyinleri öyle güçlü etkiler ki, bu hal, kendini fark edilir düzeyde göstererek normal zamanlarda ibadet çalışmalarına irade gösteremeyen, bunları yerine getiremeyen insanlarda bile bedenin istek ve arzularına set çekme, oruç tutma ve ibadet etme...vb eylemleri kolay hale getirmektedir. Hatta akşamcı olarak bilinen, alkol içmeden duramayan kişiler de normal şartlarda güç getiremeyecekleri halde, alkol bağımlılığından  bu ayda rahatlıkla  kurtulabilmekte ve bir ay boyunca ağızlarına  içki sürmemektedirler. Böylece bu ayda manevi dünyaya, içsel aleme yönelme, kendine çeki düzen verme... toplumsal olarak doruk noktadadır. Yine bu yüksek ışınımın neden olduğu beyinler arası güçlü enerji alanları, şeytani vasıflı cinlerle insanlar arasında perde oluşturarak, onların insanlar üzerindeki belli başlı etkilerini minimum seviyeye düşürmekte ya da tamamen engellemektedir ki, tüm bu durum hadiste:  “Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur” şeklinde sembolik olarak ifade edilmiştir. Olanlar bununla da sınırlı değil. Çünkü, oruçlu iken vücuda katı ya da sıvı gıda girdisi olmadığından beyin bu gıdaların vücutta işlenmesi için gerekli enerjiyi ilgili organlar yerine kendi işlevlerini artırma yönünde kullanabilmekte, böylece hem dışa hem de ruha dönük yayın yapmada daha güçlü hale gelmektedir. Dolayısıyla ramazan ayında beynin üretim kapasitesi artacağından daha fazla ibadet, daha fazla tefekkürde bulunmak bizler için bulunmaz fırsat olacaktır.
Bin aydan daha hayırlı yani takriben seksen üçlük yıllık hiç durmaksızın kesintisiz ibadetlerle elde edilenlerden çok daha fazla getiri sağlayacak enerjinin tüm insanlığa ortak sunulduğu an olan kadir anı da bu ay içindeki bir gecede olmaktadır. Yaklaşık 15-20 dakika süren, ancak etkisinin sabaha kadar sürdüğü bu ışınımın (meleki gücün) en önemli özelliği, uzun nefis terbiyesinden geçilmemiş olunsa bile kişiye kendi hakikatini açığa çıkartacak Miracı oluşturmasıdır. Elbette bedenen ve şuursal anlamda uyanık olmak şartı ile. Bu yüzden Kadir anından en iyi şekilde faydalanmak kısacası bu ışınımı en yüksek düzeyde absorbe edip değerlendirmek içinse bu anın öncesinde zikir, namaz... ile kendini yoğun tefekküre vermek suretiyle beyni daha hassas hale getirmek çok önemlidir. Elbette bunları her yapan, o anı hakkıyla yaşayacaktır diye bir kural söz konusu değildir. Ancak, nasıl ki Kabe’ ye her giden onun hakikatiyle hakikatlenememesine rağmen ondan enerji yönlü yararlar temin edebiliyorsa bu yüksek enerji alanının beyinsel işlevleri artırması dolayısıyla yine aynı şekilde bu güçlü meleki tesirlerden de kapasitesince enerji yönlü fayda sağlayabilmektedir. (Bkz. İnsan Ve Sırları 1 / Dua Ve Zikir / Kendini Tanı - Ahmed Hulusi / Melekler Ve Kadir Gecesi / Meleklerin İnişi - Ahmed Fevzi Yüksel / www.sufizmveinsan.com /tasavvuf )
devam edecek...
(1) Bu dinlerde belli mantra kelimelerinin tekrarı sadece meditasyon, yoga ya da trans hallerinde yapılırken, İslam’ da, Allah’a yakin elde etme, onun sayısız özellikleriyle bezenme yani Allah’ın Ahlakıyla Ahlaklanmak için tekrar edilen ve sistemde bir karşılığı olan zikirler ise, her an, her şart ve durumda belli bir noktaya yönelme, konsantre olmaksızın rahatlıkla yapılabilmektedir.   
İster, beyin açılımlarının farklı olması nedeniyle özele (kişiye), isterse de genele dönük olarak hazırlanmış olsun, kelimelerin belli sayıda ya da formüllerle zikredilmesinin nedeni ise; beyinsel işlevlerin istenilen yönde yoğunluk kazanabilmesi, belli bir maksimum seviyenin yakalanabilmesi için tespit edilmiş sayılardır. Çünkü din adı altında yapılan her bir şeyin bir sistemi bulunmaktadır. Yoksa bunlar "Yaradan nasıl olsa niyetimi, söylediklerimi, anlıyor ve biliyor" gibi anlayışlarla rastgele, alelade olarak tavsiye edilmiş rakamlar değillerdir.
Enerji Alanları ve Biz 15
Şunu da açıkça belirtmek gerekir ki, bugün bilim dünyası beynin mikrodalga faaliyetleriyle ilgili alana henüz girmediğinden, beynin sahip olduğu duyuları, algıları sayısız özellik ve güçleri yok hükmünde değerlendirmektedir. Dünyanın en önde gelen üniversitelerinden kendi konusunda uzman bilim adamlarının kişisel çabaları ve geliştirmiş oldukları sınırlı aletlerle giriştikleri araştırmalarda belli bulgulara ulaşılmış olunsa da bu veriler, bu tür şeylerin güçlü ispatı, delilleri niteliğinde olup henüz bu şeylerin detayı hakkındaki bilgiler değillerdir. Bu yüzden öncelikli olarak holografik olarak dizayn edilmiş beynin mikrodalga faaliyetleri ile bu ışınların frekansları ve bu frekansların anlamlarını çözebilecek cihazların yapılması gerekmektedir. Şu anki cihazlarımız, bize göre çok hassas dalgaları ölçebilecek düzeyde olsa da mesela: Jüpiter gezegeni üzerinde çalıştırılacak bir cep telefonunun dalgalarının dünyadan rahatlıkla tespit edilebilmesine ya da dünyadan milyarlarca km. uzaklıktaki uyduların gezegenlerden çektikleri görüntüleri radyo dalgaları şeklinde bir ampulden yayınlanan ışığın milyarda biri kadar güçle yayınlaması ve bu dalgaların dünyadan rahatlıkla alınıp çözümlenebilmesine hatta milyarlarca ışık yılı uzaklığındaki galaksilerden gelen ve bunlardan da daha zayıf ışınların görüntülenebilmesine karşın, ne bu, ne de başka aletler beynin bu tür dalgalarını ölçebilecek yeterli kapasite ve nitelikte değillerdir. Eğer böyle bir cihaz gerçekleştirilebilirse, insanlığın sahip olacağı yetenek ve güçler elbette hayalimizin bile ötesinde olacaktır.
Dolayısıyla, evrenin algılayabildiğimiz kısmına ait sonsuzluğu görmek  bu sonsuzluğu çözmek, anlamak için uzaya çıkmak yerine, beynin sırlarına dönük olarak yoğunlaşabilseydik örneğin, beynin yaydığı bu dalgalar vasıtasıyla hem algıladığımız evrenin hem de evrenin ikiz boyutlarındaki (bu bildiğimiz maddenin dalgasal yapısı değildir) hologrofik nitelikli ışınsal halde bulunan başka boyut ve o boyutlara ait yaşamları, gerçekleri çözebilir anlayabilirdik. Sadece bunlar da değil, bu dalgaların deşifresiyle yazılarımız boyunca değindiğimiz beynin tüm olağanüstü olayları gerçekleştirebilecek  özelliklerini de keşfetmiş olurduk. Elbette, beyinden yayınlanan dalgaları çözmek demek aynı zamanda dünyadaki tüm canlı ya da cansız enerji birikimlerini (bloklarını) her an kesintisiz bir biçimde etkilemekte olan takım yıldız ve planetlerin ikiz yapılarından ve dolayısıyla başka-başka merkezlerden gelen dalgaları da deşifre etmek demektir. Bu nedenle evrensel sırlara açılan tek ve yegâne kapı, sadece insan beynidir.
Bir önemli nokta da: Allah’ın sonsuz ve sınırsız olması sebebiyle bir Allah bir de yanı sıra evren içre evrenler, kâinat gibi iki ayrı yapıdan söz edilemez. Bu yüzden tüm görünen, Allah’ tan gayri bir şey değildir, yani Allah’ tır. Ancak Allah, görünen değildir. Benzer ifadeyle görünenin Allah olması ile Allah’ın görünen, algılanan olması aynı anlama gelmemektedir. Eğer Allah sadece görünenden, algılanandan ibaret olsaydı, onunla sınırlanır, kayıtlanır sonucunda da bir “Tanrı” olurdu. Oysa evrende, Tanrı ismi değil (ki insanların büyük çoğunluğu “Tanrı yoktur” derken bunu kastetmektedirler), Tanrı kavramının kendisine yer yoktur. Böylece Allah ismi ile işaret edilen varlık, cisimlerin (nesnelerin) ya da birimlerin ötesinde bulunup da onda tasarruf eden ikinci bir varlık olmayıp, kâinatta algılanan, bilinen tüm nesneler, birimler suretiyle dilediğini yapandır. Bu nedenle tüm boyutlarıyla varlık Kozmik Bilincin bir gözüyle, diğer gözünü seyrinden başka bir şey değildir.
“Attığında sen atmadın, atan Allah’ dı / Evvel, Ahir, Batın, Zahir O’ dur / O’ nun Misli olan hiçbir şey yoktur / Nefsinizde mevcut olan O, hâlâ görmüyor musunuz? (Bir nefsin var da onda bir de O var anlamında değil) / Her ne yana dönerseniz Allah’ın Veçhini görürsünüz” ...vb ayetler ile “ Beni gören Hakk’ı görmüştür” hadisi şerifi  hep bu duruma işaret etmekte ve varlık adı altında var olanın Tek Bir Bilinç olduğu dile getirilmektedir.
Dikkat edilecek olursa, son ayette Vecihleri yani yüzleri kelimesi yerine, görünenin Tek Bir Veçhi olduğunu belirtmekte; Allah veçhinin görüldüğü birimlerin de aynı şekilde birbirlerinde  O’ nun veçhini görmesi, gören ve görülen ikilemini ortadan kaldırmaktadır. Buna karşılık bizler ise, Tanrısal anlayışa dayalı olarak, sadece ibadetler vs... ile Allah’ın huzuruna çıktığımız, bunun dışında huzurda olmadığımız düşüncesinin getirdiği eylemlerle, aslında her an kesintisiz bir biçimde herkesin herkesle de O’ nun huzurunda olduğu gerçeğini müşahede edememekte, bunun sonucunda da hayatımızı sistemin gerçeklerine göre değil, zan ve hayallerimize göre düzenlemekte, sonra da bu hayallerimizin karşılığını alacağımızı vehmetmekteyiz.
İşte “Ricali Gayb” kavramını da tüm bunları göz önünde bulundurarak Holografik açıdan Boyutsal anlamda değerlendirmemiz, ele almamız gerekmektedir. Rızkımızı Mikail (as) verince Allah bunu bana verdi ya da Azrail (as) canımızı aldığında Allah aldı diyebildiğimiz gibi, “Ricali Gayb” olayını da sistemde aynı şekilde görmeliyiz. Aksi taktirde bu kavramları yerli yerince oturtamadığımız için nasıl ki Allah’ı bir Tanrı olarak düşünüyor, hayatımızı da buna göre yönlendiriyorsak bu kişileri de aynı şekilde bir Tanrı olarak görmemize neden olur. Geçmişte de, insanlığın ortaya çıkışından bugüne kadar her devirde var olan ve (beşeri bilinç ve kuvvetleri ile değil)
Hakikatinin kuvvetleriyle evrende dilediğini yapan, olaylara istediği doğrultuda yön verebilen bu kişiler, dünya üzerinde birtakım olaylar meydana getirdiklerinde, işin künhüne vakıf olmayanlar, hayallerindeki Tanrılara ait özellikleri bu kişilerde görmeleri, onlarla özdeşleştirmeleri dolayısıyla, onları Tanrı olarak kabul etmişlerdi. Tarihteki efsanelerde adı geçen tanrıların bazıları bu tür kişilerdir.
Kısacası insanın Allah olması başka bir şey, Allah’ın İnsan adı altında tecelli etmesi, görünmesi bambaşka bir şeydir ki, bu ayrımları çok iyi analiz edip kavrayarak sistemi çözme yoluna gitmeliyiz.
Zaten bir ayet ve hadiste “ Allah Muhsinlerle ihsan edicidir / İnsanlara şükretmeyen Allah’a şükretmiş olmaz ” denilerek gerçek vereni görmek suretiyle karşısındakine şükretmenin aslında onun Hakikâti olan Allah’a şükretmek olduğunu, ona olan nefret ve kinin de yine O’na yöneldiğini bize açıkça söylemiyor mu?. Bu yüzden sufizm, Allah için buğz etmenin faile değil fiile olduğunu belirtir. Çünkü fail,Hakk’ın kendisidir. Böylece nefret fiile, sevgi ise Hakk’adır.  
(Bkz. Kendini Tanı- Evrensel Sırlar – Dosttan Dosta – İnsan Ve Sırları II/ Ahmed Hulusi)
Devam edecek...
Not: Korunma Duası için bkz. Dua ve Zikir syf:167 – Ahmed Hulusi
 
Enerji Alanları ve Biz 16
Ayette “Kuran’ı biz indirdik, şüphesiz onun koruyucusu biziz” denilerek (biz kelimesi, ef’al yani çokluk boyutundan ifade edildiğini bize göstermekte) Kuran’ın diğer nüzul olan kitaplar gibi bozulmadan aynı şekli ile muhafaza edileceği belirtilmektedir. Ancak bu noktada şu soru akla gelmekte: “ Acaba bu koruma işlemi hangi sistemle gerçekleşmektedir?”. Bunun cevabı, birtakım melekler ile görevli veliler aracılığıyladır. Görevli velilerin en önemli vazifelerinden biri de Kur an ile birlikte onun ne şekil ve yönde anlaşılması, yorumlanması gerektiğini, nasıl hayata tatbik edileceğini bize gösteren hadislerin, korunmasını, denetimini sağlamalarıdır. Bu yüzden günümüze kadar gelen ve şu anda da var olan evliyaullahın hiçbiri hadislerin bir kısmının ya da büyük bir çoğunluğunun uydurma olduğu yolunda en ufak bir şüphe imasında bulunmadıkları gibi, tek bir hadisi bile bu şekilde nitelendirmemiş ve geçmişte bunları, insanların anlayabilmeleri için günün ilim seviyesini de dikkâte alarak genelde benzetmelerle, sembollerle anlatmaya çalışmış, anlatamadıkları noktalarda da susmuşlardır. Bugün bilinen ve ittifakla kabul edilen hadis külliyatının Batıni olarak Hz.. Muhammed (sav)’ in çeşitli şekillerde müdahaleleriyle, Zahiri anlamda ise ne şekil ve titizlikle hazırlandığı herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Eğer denildiği gibi gerçekten olumsuz bir durum söz konusu olsaydı, öncelikle bunu, Keşif ve Fetih özellikleri dolayısıyla her an Hz.. Muhammed (sav) ile görüşen bu zevat dile getirir ve böylece insanlar uyarılmış olurlardı.
Günümüz bazı Tanrı bilimcileri ise, boyutsallık ve sembol içeren bu verileri çağdaş bilimin bulgularıyla sentezleyerek var olan yanlış anlayışları düzeltmeleri gerekirken bunun yerine bu yanlış anlamalara neden olarak gördükleri verileri yok etmekle dini hurafelerden arındırdıklarını zannetmektedirler. Tıpkı devekuşunun kafasını toprağa gömmekle görünmez olduğunu sanması gibi... Bu sebeple akademik şartlanmalarla elde ettikleri payeleri, egoları ardına gizlenip evrensel sistemi, düzeni bu şartlanmalarla açıklayan ve var olan sistem ile birlikte insanın kendisini, özünü tanıma yolunda devrim niteliğindeki günümüz bilimsel gerçeklerden bihaber, ancak her noktada da bilimselliği de ağızlarından hiç düşürmeksizin “çağdaş olarak Kuran’ı ve hadisleri inceliyoruz” ya da “bilimsel olarak bu çağa uymadığı için bu hadisler uydurmadır” yaftalarıyla gerçeğe, evrenselliğe değil, sırf kendi terkipselliklerine, bilgilerine, algılamalarına ters düştükleri için hadisleri bir çırpıda yok saymakta bunun sonucunda da hem kendilerini hem de insanlığı yanlış yönlendirerek  altından kalkamayacakları bir vebalin altına girmektedirler. Zaten Kuran ve hadislerin bildirdikleri, evrensel sisteme, Öze dönük hükümler içermesi dolayısıyla bunlar bizim terkipselliğimize göre, nefsimize uygun olarak düzenlenmiş ya da onları tatmin etmeye yönelik hükümler değil, terkibimizi zorlayıp kırmayı amaçlayan hükümlerdir ki bu da imanı zorunlu kılar.
Resulullah zamanında da bazı olaylar mümin olanları bile zorlayıp onlardan bir kısmının dinden dönmesine neden olurken Hz.. Ali (ra), Hz. Ebu Bekir (ra)...gibi sahabenin  bu tür şeylere karşı takındıkları tavır, her durum ve şartta Hz.. Muhammed (sav)’ e iman etmekti. Mesela miraç hadisesinde anlatılanlar karşısında (Müslümanlardan bir kısmı dumura uğrayıp, sarsılırken bir kısmı da hafsalaları almadığı için Resulullah’ı inkâr etmişti)  müşriklerden birkaçının Hz.. Ebu Bekir’e gelerek  durumu izah ettiğinde onun verdiği cevap ibret niteliğinde olmuştur. “ Eğer O dediyse doğrudur, kesinlikle hiç şüphe etmiyorum, kabul ediyorum... Siz bana ne şaşırıyorsunuz!. Hiçbir yere gitmediği halde, gökten geldiğini söylediği o emirlerin hepsine bu kadar zamandan beri inanıyorum da, buna niye inanmayayım?... ”
Nisa-136 da “ Ey iman edenler iman edin...”  şekliyle ifade edilerek açıkça iman ehlinin İMAN etmesinden bahsedilmektedir. 
Keza yine Resulullah Hz. Ali (ra) “ Ya Ali, insanlar Allah’a Birr ve Salih ameller kapılarından yaklaşır; sen aklın ile Allah a yakin olanlardan ol...” diyerek iman dan sonra da aklı o iman doğrultusunda işletmesini tavsiye etmiştir.
Bu yüzden, kendi sınırlı kapasitelerini göz önüne almaksızın işine gelen hadisleri kabul gelmeyenlerini de ret temeli üzerine inşa ettikleri sistemlerinin, gelişen bilimsel bulgularla çöktüğünü bile fark edemeyecek düzeyde bulunan bu insanların, önümüzdeki zaman süreçlerinde bu durumlarının gün be gün fark edilir hale geldiği herkes tarafından görülecektir (elbette sözüm bu anlayışta olanlaradır).
Oysa buradaki ölçü, Resulullah’tan tüm gelenleri öncelikle olduğu gibi kabul edip sonra da daha ileri gitmeyi arzu ediyorsa, bunların ne anlama geldikleri üzerine düşünüp tefekkür edip bunları çözmeye çalışmaktır. Yani inancımızın gerektirdiği duruş: “ Bu hadislerin ne anlatmak istediğini şu an için çözemiyorum, fakat bunlar şimdiki idrakime, bilgi ve anlayışıma her ne kadar ters düşmüş olsa da bunun mutlaka mantıklı bir anlamı, açıklaması bulunmaktadır. Bu yüzden bunun doğruluğuna inanıyorum (iman ediyorum) ” şekliyle olmalıdır ki, bu da Resulullah’a olan imanın bir gereğidir. Çünkü Kuran’ın üzerinde bulunduğu tahtın ayakları hadislerdir. Dolayısıyla İslam dini Kuran ve Resulullah’ın bildirdiklerinden ibarettir.
Zaten basit bir mantıkla eğer Kuran evrensel bir kitapsa (ki öyledir), her döneme hitap etmesi nedeniyle bin dört yüz yıl önceki halle sınırlı olamaz. O halde Kuran’daki “Resule uyun” ayetleri de sadece o dönem insanlarına ait olmayıp her dönem için geçerlidir ki, bu durum Kuran’ın birçok yerinde net bir biçimde vurgulanmıştır. Aksi doğru olsaydı Kuran’da bu ilgili ayetler yer almaz, “size sadece Kuran yeterlidir...” gibilerindenbir ayet açıkça ifade edilir, her şeyi en iyi bilen Resulullah’ın da bu konuda açık uyarıları olurdu. Oysa böyle bir durum kesinlikle yok. Ayet ve hadisler bunun tam zıttı bir biçimde,
"... (Hakkında) Hiçbir bilginiz olmayan şeyi ağzınızla söylüyorsunuz !.. Ve de bunu basit sanıyorsunuz.. Halbuki o Allah İndinde çok azametlidir !.." (24-15)
"Resul, nefsinin arzusuna uyarak söz söylemez; O' nun söylediği söz, kendisine vahyedilenden başka bir şey değildir !.." ( 53-3-4)
"Kim Resule İtaat ederse, Allah’a itaat etmiş gibidir!.." (4-80)
"Resul size ne verirse onu alın; size neyi yasak ettiyse ondan da sakının !.." (59- 7)
" Allah’a, Resulüne inanıyorsanız; herhangi bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde, onu Allah’a ve Resulüne  arz ediniz !.." ( 4-59)
"De ki: Allah’ı severseniz, bana tabi olunuz; ki Allah da sizi sever ve günahlarınızı bağışlar. " (3-31)
"Allah’ın inzal ettiğine ve Resulüne uyun; denilince münafıklar, senden çekindikçe  çekiniyorlar. " (4-61)
"Hala şu hakikâti anlamadılar mı ki; kim Allah’a ve Resulüne (emirlerine) yan çizerse, ona içinde ebedi kalıcı olarak cehennem azabı vardır !.." (9-63)
"Kim Resule muhalefet ederse kendisine hakikât gösterildikten sonra, iman edenlerden gayrının yoluna saparsa, onu kendi yoluna terk ederiz; cehenneme koyarız "!.. (4-115)
"Kim Allah’ın inzal ettiğiyle hükmetmezse, işte onlar Kâfirin ta kendisidir !.." (5-44)
"Cebrail Aleyhisselâm, Rasûlullah'a Kurân’ ı getirdiği ve öğrettiği gibi sünneti de getirmiş ve öğretmiştir.." hadis
"Gözünüzü açın ki, bana Kur'ân ile birlikte bir misli daha verildi !.."  hadis
"Sizden herhangi biriniz sedirin üstünde dayanarak, Allah'u Tealâ şu Kur'ân 'dakilerden başka bir şeyi haram kılmamıştır mı sanıyor? Gözünüzü açın ki, ben de emrettim, va'zettim, yasakladım. Onlar (sayıca), Kur'ân'ın misli gibidir, belki de daha çok..."  hadis
“Okunmakta olan hadisimi koltuğuna yaslanmış olarak herhangi birinizin dinlemesini ve sonra da okuyana – sen hadisi bırak, onun doğru veya yalan olduğunun anlaşılması için Kuran’dan bir şeyler oku – dediğini kat’ iyyen bilmeyeyim!..söylenen o güzel sözü ben söyledim.”   Hadis
“Benim sünnetimden yüz çeviren bizden değildir.”  Hadis
açıklanarak net bir biçimde bu tartışmaları noktalamaktadır. Buna karşılık (batı) bilim dünyası ise, din adı altında anlatılmak istenen gerçeği bilemedikleri için bugün ilgilendikleri o muazzam konuların ne anlama geldiğinin farkında bile değillerdir.
(Bkz. Muhammed Mustafa II – İnsan Ve Sırları II – Hz. Muhammed Ney i Oku du – Akıl Ve İman / Ahmed Hulusi )
Devam edecek...
 
Enerji Alanları ve Biz 17
Şimdi de şu soruların cevabını bulmaya çalışalım: “ Resuller, Nebiler ve Veliler hiçbir özellikleri yokken tüm insanlar arasından rastgele, öylesine seçilmiş alelade kişiler midir? Yoksa programları gereği sahip oldukları çeşitli özellik, kapasite ve yetenekleri sebebiyle mi bu görevleri ifa ederler?..
Bunu şöyle de sorabiliriz: Bir devlet başkanı herhangi bir ülkeye en üst düzeyde birini elçi olarak göndereceği zaman, gerekli tüm bilgi donanımıyla birlikte, herkesin bilmediği, görünenin ardındaki birtakım gizli gerçeklere de vakıf olan birini mi yollar, yoksa bunlardan tamamıyla bihaber, hele hele siyasetten bile hiç anlamayan bir kişiyi mi görevlendirir? Tabii ki, aklı başında bir insanın söyleyeceği üzere tüm ilgili konulara hakim, konunun uzmanı, yetenekli birini görevlendirir. Aynı şekilde Resul, Nebi ve Veliler de sahip oldukları kapasite ve olağanüstü yetenekleri ile Allah’ı en çok bilen, tanıyan bu nedenle de ona en geniş anlamda ayna olabilen varlıklar olmaları dolayısıyla sırf ilgili görevleri yerine getirmeleri için yaratılmış, var edilmiş kişilerdir. Bunların arasında Hz. Muhammed (sav) efendimiz ise:  “Ben Resul ve nebiler arasında öne geçirilenim” diyerek Allah’a ayna olma işlevini en zirve “Nokta” ve “Boyutta” gerçekleştirdiğini bize bildirmektedir.                                           
Bu yüzden denmiştir ki: “Resul, Nebi ve Veliler anne karnındaki 120. günde de...sperm halindeyken de... babalarının sulbündeyken de, levhi mahfuzda da... Allah’ın ilminde de...Resul, Nebi ve Veli idiler.” Yani bu yetenekler, onlarda hiçbir şekilde mevcut değilken sonradan belli çalışmalar sonucu kazandıkları edinimler olmayıp tamamıyla o özelliklere sahip olmaları sebebiyle belli bir süre sonra onlardan kuvveden fiile açığa çıkan şeylerdir ki bunlardan velilerin yapmış oldukları ibadetler, sadece bunların ortaya çıkışlarına birer vesiledir.
Bununla birlikte her ne kadar bazı kimselerin Hz. Muhammed (s.a.v)’i bir postacı gibi görüp (bilindiği üzere postacı getirdiği şeyin içeriğinin, onda ne yazılı olduğunun farkında ve bilgisinde değildir) onun hadislerini bir kısmıyla  kabul ederek ya da  hiç  kaale almaksızın, hayatlarını tanzim edip sistemi de buna göre değerlendirmeleri yanlışsa, onun getirdiklerini, bildirdiklerini değerlendirmek, anlamak yerine papağan gibi ezberlemek, üzerinde hiç düşünmemek, mecaz ve sembolleri olduğu gibi gerçek olarak kabul etmek ve bu anlayışla onu yüceltmek adına tapınmak da bir o kadar yanlıştır.
Bu her iki olumsuz davranışa karşılık, Hz Resulullah: “ Resul ve Nebiler içerisinde en çok eza gören benim” diyor. Oysa biz biliyoruz ki, her ne kadar Resulullah’a, en güçlü insanların bile tahammül edemeyeceği sıkıntılar, çileler yaşatılmış olunsa da geçmişte çok daha fazla zulme uğramış Peygamberlerin varlığı da söz konusudur. Mesela, Zekeriya (a.s) testereyle diri diri, lime-lime parçalanarak, Yahya (a.s) ise başı kesilerek şehit edilmişlerdi. Dolayısıyla, burada efendimizin esas anlatmaya çalıştığı şey, öncelikli olarak her şeye rağmen anlaşılamamış olmasıdır. Düşünün, en kemal düzeyde tüm sistemi ‘Oku’muş, kendi Hakikâti olan Allah’ı tanımış, bilmiş, sonucunda da ona en kapsamlı bir biçimde ayna olmuş ve Cevamiül Kelam özelliğine sahip oluşu sebebiyle tüm boyutlarıyla fark ettiği, idrak ettiği, vâkıf olduğu gerçekleri de insanlara bulundukları boyutun nesneleri ve kelimeleriyle misaller vermek suretiyle mucizevi bir yetenekle anlatmaya çalışmış, ancak hâlâ bin dört yüz yıl geçmesine, bilim ve teknolojide zirve noktalara ulaşılmasına rağmen, her sınıftan (Müslüman ya da değil) insanların çok çok büyük çoğunluğu tarafından, bırakın bu ifadelerin boyutsal derinliklerinin anlaşılmasını, zahiri anlamları bile  henüz yeterince anlaşılamamış yanı sıra da onu korumak adına bizatihi onun getirdikleri inkâr edilmiştir ki, bu da ona karşı yapılmış en büyük zulümdür.
Şimdi kaldığımız yerden konumuza geri dönersek; bildiğimiz üzere, ölüm denilen olay, bilincin holografik bir gerçeklik boyutundan, başka bir holografik gerçeklik boyuta geçişinden ibarettir ki, bu Baas olma işlemi kesintisiz bir biçimde gerçekleşmektedir. Ve bu durum bununla da sınırlı olmayıp ondan sonraki tüm Baas işlemleri için de aynen geçerlidir. Bununla birlikte nasıl ki kişinin beyni çeşitli merkezlerden gelen çeşitli dalga boylarını alıp bunu ruha kaydediyorsa aynı şekilde, ölümle birlikte beynin elektriğinin kesilmesi sonucu bedenin manyetik alanının kalkmasıyla serbest hale gelen enerji yapılı ruh bedenin beyni de yine çeşitli yer ve boyutlardan gelen (E-M) dalgaları alabilmektedir. Çünkü fotonların (E-M) dalgalarının uzay-zamana (mekân ve zamana) bağlı olmaması, boyutlar arası enerji transferini de mümkün kılmaktadır. Tıpkı yıldızların maddesel (bilinen, görünen) yapılarından değil, onların ikiz boyutlarındaki yapılarından  gelen dalgaların beş duyusal boyutumuzdaki nesneleri ve bizleri etkilemesi gibi.
Bu yüzden cenaze namazında ölümü tadan kişi bizatihi, orada bulunanları yaşarken sahip olduğundan çok daha net ve keskin bir biçimde aklı başında, şuurlu, kendinde olarak görmekte, duymakta,...algılamaktadır. Bu namazın kılınmasının nedeni ise, orada namaz adı altında yapılan dualarla ölen kişiye temennide bulunmak, onun ruhuna enerji takviyesi yaparak gideceği yeni ortamlarda karşılaşacağı olumsuz, negatif, kendisine azap verecek birtakım etkilere karşı güç kazanmasını temin etmek yanı sıra da kabir âlemine geçişte uyum sağlamasını kolaylaştırmaktır. Gömülme işleminin hemen akabinde imamın bir şeyler okuyup (söyleyip) dua etmesinin sebebi de yine budur. Bu işlemi imam ezbere, bir şeyler algılamaksızın yapmış olsa da, ölen kişi bunları algılayarak değerlendirmeye çalışır. Çok büyük oranla bu enerji ölen kişiye tek yönlü akarken; daha dünya yaşamında iken ölmeden önce ölmeyi gerçekleştirmiş, tüm şartlanma, değer yargıları ve duygulardan, bedenin tüm istek ve arzularından kurtulmuş, ruhunu da beden kayıtlarından dilediği an sıyırarak serbestçe dolaşabilme yeteneğine sahip olmuş üst düzey Bilinç sahibi velilerde ise durum biraz değişerek enerji çift yönlü olarak akmaya başlar. Yani, ölen bu kişi de ruh bedeninden orada bulunanlara enerji takviyesi yaparak onlara şefaatte bulunur. (Bkz. Hz Muhammed Neyi Okudu / Okyanus Ötesinden 1 – Ahmed Hulusi )
Devam edecek...
 
Enerji Alanları ve Biz 18
Geçmişte yaşamış ya da yaşamakta olan evliyadan yardım dileme de aynı şekilde onlardan enerji (kudret) temin etme esasına dayanır. Bu enerji transferi sadece belli bir güç elde etme amacıyla olduğu gibi, ilmin akışı için de aynen geçerlidir. Çünkü ayet ve hadislerde Resullerin, Nebilerin, dolayısıyla onların varisleri olan velilerin ve Şehitlerin ölü olmadıkları, mezarlarında hapis kalmayıp berzah aleminde serbestçe dolaştıkları bildirilmektedir. Hatta mistik alanda bunların kendi idrak seviyelerine göre bir araya geldikleri, görüştükleri, birbirlerinden çeşitli konular hakkında bilgi alış verişi yaptıkları, tartıştıkları, müşahedelerini birbirlerine anlattıkları, o boyutun yaşam şartları içinde hiyerarşik olarak belli görevler ifa ettikleri de bilinmektedir. Elbette burada, gerçek veliler ve onlardan yardım dileyenlerden bahsediyorum. Gerek ülkemizde gerekse dünyanın herhangi bir yerinde Cinni etkiler ya da sahtekarlık amacıyla kendini şeyh-evliya, peygamber... kabul eden ve onlara tapınan ve hatta yine cehaletleri yüzünden gerçek Evliya, Aziz, Resul ve Nebilere de bu tür davranışlar sergileyenleri kastetmiyorum. Oysa, dışarıdan öyle algılansa da bu olayın gerçekte, tapınmayla ilgisi yoktur.
Keza Resulullah: "Cum'a günü bana salavatı çok okuyun. Çünkü o gün okunan salavatlar meşhuttur, melekler ona şahitlik ederler. Bana salavat okuyan hiç kimse yoktur ki, o daha okumasını bitirmeden salavatı bana ulaştırılmamış olsun." Bunun üzerine denildi ki: "Siz öldükten sonra da mı?" "Evet, buyurdular, öldükten sonra da. Zira Cenab-ı Hak hazretleri toprağa, peygamberlerin cesedini çürütmeyi haram etmiştir(*). Allah'ın peygamberi her zaman diridir, rızka mazhardır.”
Bana bir mü'min selam verdi mi, kendisine mukabele etmem için Allah ruhumu bedenime iade eder(*).  Ben de mutlaka selama mukabele ederim.”
“Benim mezarımı ziyaret eden sağlığımda ziyaret etmiş gibidir ”
“Kim kabrimin yanında bana salat ederse, ben onun sesini işitirim. Kim uzaktayken benim üzerime salat getirirse o bana ulaştırılır...”
diyerekcanlı ve şuurlu olarak bizatihi Ruh bedeniyle kabrinde olduğunu, gelen herkesi işittiğini..., kendine yönelen herkese enerji ya da ilim yönlü olarak cevap verdiğini (her ne kadar oradakiler bunu açıkça göremeseler de) ve bu durumun sadece o yerle de sınırlı olmayıp nerede olunursa olunsun ona yapılan salavatları da algılayıp aynı şekilde karşılık verdiğini açıkça dile getirmektedir. Ancak bunu, fark etmenin ötesinde Ruh boyutunda onu direkt olarak gören, onunla konuşan, sohbet eden ondan bir şeyler alan Bilinç sahibi insanlar da bulunmaktadır. "Her kim mescidimde sekiz gün, kırk vakit namaz kılar ise, ona şefaatim olacaktır"  sözü de bu gerçeğe işaret etmektedir. Ayrıca, benzer durum idrak düzeylerine göre Evliya kabirleri için de geçerlidir.     
Aynı şekilde Resulullah’a yapılan salavatlar (dualar) da Hz. Muhammed (sav)’ in kendi menfaatine değil, tamamıyla bizim faydalanmamız için gerçekleştirilmektedir. Çünkü Resul ve Nebiler hiçbir çalışma, gayret ve uğraş sarf etmeksizin Nüzul yollu vahye, Veliler ise belli çalışmalar sonucu kapasitelerince Uruç yollu ilham ile hakikâtin ilim ve gücüne, meleki kuvvetlerine sahip olduklarından bizim onlara sövmemiz ya da onları övmemiz, yüceltmemiz, onlara pozitif enerji göndermemiz, (onlar açısından) onlardan ne bir şey eksiltir ne de onlara bir şey ekler. Bu yüzden Resulullah’a yapılan salavatlar ibadet esnasında ruha daha güçlü bir enerjinin girmesi, kayıt edilmesi; dua esnasında yapılması ise, bir isteğe, arzuya yönelik oluşturulan yönlendirilmiş dalgaların daha da güçlendirilerek duanın oluşumunu gerçekleştirilmesini ve çabuklaştırılmasını sağlamak içindir bir yönüyle. Diğer bir yönüyle de ibadetlerimiz, zikirlerimiz ve dualarımızdaki Hz. Muhammed (s.a.v)’ e ya da diğer Resul ve Nebilere yapılan salavatlar tanrısal anlayışla ötemizde, geçmişte yaşamış, yok olmuş ve orada kalmış birimlere değil, gerçekte zaman ve mekândan bağımsız (münezzeh) olan, sistemde Resul ve Nebi adı altında her an yürürlükte bulunan boyutlarla rezonansa girip kendimizde potansiyel (kapalı) olarak bulunan bu katmanları atıl durumdan kinetik hale dönüştürmemiz ve sonucunda da sistemi ve hakikâtimizi boyut boyut tanıyıp hissederek yaşamamız içindir. Genelde, biz bunu her ne kadar  şuursal planda gerçekleştiremesek de yapmış olduğumuz çalışmalarla bundan enerji yönlü olarak az ya da çok, her zaman faydalanmaktayız.
Bu bazı hadislerde şöyle ifade edilmektedir:
“ İnsanlardan bana en yakını olanı, bana en çok salat getirendir.”
“ Burnu yere sürtülsün o kişinin ki, yanında benim ismim anılır da, üzerime salat etmez ”
“Her Dua semaya yükselmekte güçsüzdür; bana salat edince gücüne kavuşur, yükselir (icabet makamına)”
 “Allah’ın yeryüzünde seyahat eden melekleri vardır ki onlar bana  ümmetimden selam tebliğ ederler...”
“ Dua eden kimse, Nebiler ve Resullere salat etmedikçe, duası perdelidir.”
“ Kim bana salat getirmeyi unutursa, ona cennetin yolu unutturulur.”
“ Kim bana bir kere salat ederse, Allah ona on kere salat eder; onun on günahını siler; onu on derece yükseltir...”
“ Her biriniz Allah’ tan bir dilekte bulunmak istediği zaman, evvela O’ na şanına yakışır şekilde hamd etsin, sonra resulüne salat etsin, ondan sonra duasını yapsın. Bu amacına ulaşmak için daha elverişlidir.”
“ Cebrail’le buluştum...Bana şöyle dedi: Sana müjdelerim ki, Allah; kim sana salat ederse, ben ona salat ederim; kim sana selam verirse ben ona selam ederim; buyurdu...”   
Bu noktada akla şöyle bir soru gelmektedir: Cinlerin hem mezar ve kabir içi aleminde  güçsüz (günahkâr) insan ruhlarıyla çeşitli fiziksel ve düşsel oyunlarla adeta onlarla top gibi oynayıp azap vermelerine hem de maddesel dünyada yaşayanlara etki edebilmelerine, onların beyinlerine her tür mesajlar gönderebilmelerine karşılık, neden insan ruhları cinlerle aynı boyutta yer almalarına rağmen dünyaya hiçbir şekilde etkide bulunamamakta, onların dalgaları insanlar tarafından algılanamamaktadır?. Bunlardan ilkinin cevabı her ne kadar insan ruhu cinlerle aynı tür dalgalardan oluşmuş olsa da aralarında yapısal ve frekansal anlamda farklılıklar bulunmasından, ikincisinin ise, ruh bedenin beyninden yayınlanan anlam yüklü dalgaların insan beyinlerinin alamayacağı düzeyde yüksek frekanslı olmasından ileri gelmesidir. Peki bu frekans aralığındaki dalga boylarını deşifre edebilen hiç kimse yok mudur?  Diye sorarsak, cevabı, “Hayır, mevcuttur” olmalıdır. Bunlar Resuller, Nebiler, Fetih ve Keşif sahibi velilerdir. Ve hatta fethi zulmani sahipleri de bu dalga boylarını tespit edebilmekte, onların o boyuttaki hallerine, hangi şartlarda bulunduklarına vakıf olabilmektedirler.
Ayrıca, her ne kadar dünya ile berzah âlemlerinin yaşam şartları, biçimleri birbirlerinden tamamen farklı olup sistemin gereği olarak o boyuttan bu boyuta bir müdahale söz konusu olamasa da, yüksek kemalata sahip Ruhların  görevlendirdikleri birimlerin (daha önceki yazılarımızın çeşitli bölümlerinde değindiğimiz) bazı istisnai toplumsal olaylarda yer almaları ve bunlara müdahalelerde bulunmaları mümkündür. Ancak bu, o görevle sınırlıdır.
( Bkz. Dua Ve Zikir / Evrensel Sırlar / İnsan Ve Sırları II / Sistemin Seslenişi II– Ahmed Hulusi / Hac Arafat’tır – Ahmed Fevzi Yüksel ) 
Devam edecek...                   
(*) Bu ifadelerin mecaz oldukları zaten hadisin kendisinde açıkça belirtilmektedir.
 
Kuantum Düşünce Tekniği Nedir?
Kuantum Düşünce üst nitelikli bir düşünme biçimidir. Sıradan düşünce biçimleri kendisini tekrar eden, etkisiz ve sınırlı enerjilerdir. Değiştirme ve oluşturma güçleri yoktur. Daha çok vehim, kuruntu, başıboş hayaller biçiminde akar. Oysa Kuantum Düşünce derin düzeyde, atom altı alanda etkili olabilecek tarzda bir yaratıcı düşünme biçimidir.
Özel bir bilinç düzeyine girerek, özel olarak kurgulanmış sözel ve imgesel oluşumları içerir.
Bu düzeyde insan, kendi hayatının efendisi durumuna geçer.

Kuantum Düşünce daha da ilerisi ortak zeka alanında işlem yapar. Bütün evreni tekamül ettiren enerjiyle işbirliğine girildiğinde siz bir "kişi" olmanın sınırlı olanaklarını aşar, "bütün" ün gücüne ulaşırsınız.
O zaman da gücünüz tabii ki bütünün gücüne eşit olacaktır.

Bu Teknik Pratik Olarak Hayatımıza Ne Gibi Yararlar Sağlar?

Bizim gelişmemiz için gereken bütün araçlar: uygun iş, eş, yaşam alanı,ev, bedenimizin sağlığı bu yüksek frekanslı enerjiden nasibini alır.
Siz, sınırlayıcı, engelleyici düşünce kalıplarınızı fark edip bunların yerine güçlendirici inançlarınızı koyduğunuzda hayatınız bu yeni inançlarınız doğrultusunda değişmeye başlayacaktır. Sizin için en uygun kişi, en uygun imkan,en uygun zamanda karşınıza çıkacaktır. Yapmanız gereken şey uzanıp onu almaktır.
Doğuştan doğal olarak hakkınız olan mutluluğu, bereketi, bolluğu ve sevinci yaşamanıza imkan tanımış olursunuz.

Kuantum Düşünce, sağlıklı ve güçlü bir beden için de uygun bir zemin hazırlar. Bizim düşünce ve kabullenişlerimiz direkt olarak bedene etki yapar. Bedenimiz aslında bir enerji okyanusundan başka bir şey değildir. Korku,kaygı,öfke, suçluluk duyguları bütün hücrelerimizin beslendiği enerjide azalmalar yol açar.

Kuantum Düşünce Tekniği; kendimizi tanımaya, başkalarını anlamaya, evrensel sistemin işleyişini fark etmekten doğan bilgeliğe ulaştırarak beden enerjimizi de düzene sokar. Kişiler daha güçlü canlı ve güzel olurlar. Hayat misyonumuzu fark etmek ve ona adım adım ulaşmak yönündeki çabalarımızı destekler. Kendi içsel kodlamanızdaki yapmanız gereken işinizle ilgili ipuçlarını yakaladıkça adımlarınız hızlanır.

Kuantum Düşünce kişiler arası iletişimin enderin boyutunu sunar bize. Ortak İnsanlık alanında gerçekleşen bu iletişim, derin ve etkili bir uzlaşma sağlar. Beden dili ve sözel iletişimden daha da öte Kuantum sal İletişimle düşüncelerimizin direkt muhataba ulaştığı bir yöntem geliştiririz.

Kuantum Düşünce hayatımıza daha çok bolluk ve bereket çekmemizi de sağlar. Kendimizle ilgili derin içsel vizyonumuzu değiştirdikçe daha çok bolluk hayatımıza akmaya başlar. Genel anlamda zenginlik; sahip olduğumuz şeylerle ruhsal varlığımıza kattığımız değerler arasındaki dengeyi anlatır. Çok paraya sahip olmak tek başına zenginlik işareti olmayabilir. Önemli olan bu parayla ne yaptığınızdır. Daha çok kahkaha, daha çok dostluk, daha çok sevgi,
daha çok deneyim ve daha çok hayır üretebiliyorsanız o zaman zenginsiniz demektir.
Özetle Kuantum Düşünce Tekniği, yaşamın temel amacı olan sevinç duygusunu yüreğimizde hissetmemiz için bize imkanlar sunar.

Kuantum Fiziğiyle Bu Düşünme Tekniğinin Bağlantısı Nedir?


Kuantum fiziği, klasik anlamdaki fiziksel maddenin enerjiye dönüştüğü bir alana sokar bizi. O alanda artık atom altı parçacıklar, hızla hareket eden enerji parçacıklarından başka bir şey değildir.

Daha da ötesi bu parçacıklar insan düşüncesinin yaydığı enerjiye yanıt verirler. Bu alanı gözlemleyen kişi ile gözlemlediği parçanın birbirinden bağımsız, kopuk şeyler olmadığı çıkar meydana. Düşünceyle enerji, gözlemleyenle gözlenen, iç ile dış, burası ve ötesi arasındaki ayırımlar kalkar.

Heisenberg’ in belirsizlik alanı dediği bu alanı, gönderdiğimiz düşünce paketçikleri varlık katar. Belli hale getirir. Kuantum alanının bir noktasına yaptığımız etki bütünü etkiler aynı zamanda. Siz bir şey düşündüğünüzde bundan tüm alan etkilenir. Kuantum Fiziği, fizikle fizikötesinin birbirine karıştığı bir noktanın adıdır.

Bu Teknikten Yararlanarak Hayatlarında Değişiklikler Yaratan Kişilerden Örnekler Verebilir Misiniz?

Tabii ! Pek çok var. Çünkü kural hiç şaşmaz: Düşünceler hayatımızı oluşturur.

En yakın bir örnek bir mimar hanımla ilgili. İşinde hiç memnun olmadığını söylemişti. Ona nasıl bir işte çalışırsa mutlu olacağını sordum, anlatmaya başladı. Bunları bir bir yazdık. Ciddi bir firmanın araştırma ve geliştirme departmanında çalışmak istiyordu. İmgesel olarak bilinçaltına kodladık. Ertesi hafta telefonla müjdeyi verdi. Tam da istediği bölümde iyi bir şirkette hafta başında işe başlıyordu.

Buna benzer yüzlerce örnek var. Burada sorun sistemle ilgili değil. Kendilerine yüzde yüz yararlı olacak bu sistemi uygulamak için katılımcıları ikna etmekle ilgili. Belki de bu işe keyifli bir ikna çalışması diyebiliriz. Bir başka çarpıcı örnek de bir öğrenciyle ilgili. Üniversiteye hazırlık yapan bu gencin sınavla ilgili korku dolu düşünceleri vardı. Onunla bir çalışma yaptık. Binlerce kişi arasında o bir yıldız gibi parlıyordu. O kalabalık arasında fark edilmemesi mümkün değildi. Hayalinde sınavı kazanmış hatta üniversite diplomasını alıyor görmesini sağladık. Bu sınavın hayatının bir çok önemli günlerinden sadece biri olduğunu ama tek belirleyici olay olmadığını tespit ettik. Bütün bunlar zihin özel bir algılama düzeyindeyken gerçekleştirildi. Bu genç üçüncü kez sınava giriyordu ve artık dördüncü bir şansı yok gibi gözüküyordu. Tabii ki daha sonra onun sınavı kazandığına dair telefon aldım.

Yine başka ilginç örnek tıp fakültesinde okuyan bir öğrenciyle ilgili. Arkadaşlarının ve rektörünün okulda yaptığı klüp çalışmalarını yeteri kadar desteklemediğinden şikayet etmişti yana yakıla. Ona göre okul rektörü tuhaf biriydi. Bir konuda görüş almak için odasına girdiğinde onun hiç yüzüne bakmıyor, tersliyor ve isteklerini görmezden geliyordu. Sonra bu gençle bir seminer programında özel bir çalışma yaptık. Bir hafta geçmeden yüzünde güller açarak beni ziyarete geldi. Kız arkadaşıyla sinemaya gitmişlerdi oradan geliyorlardı. Tuhaf şeyler olmuştu doğrusu. Rektör birden huy değiştirmişti. Karşılıklı oturup konuşmuşlar ve çok sıcak bir iletişim kurmuşlardı. Daha önce bir türlü yerine getirilmeyen okulun bilgisayar kulübüyle ilgili bir isteği daha o söylemeden rektör tarafından karşılanmıştı.

Bu süreç nasıl işliyor?Yani nasıl oluyor da sizin yaptığınız bu çalışmadan Rektörün ve kız arkadaşın haberi oluyor?

Güzel bir soru. Bizim bilinçaltı düzeyde oluşturduğumuz yeni bir program Birleşik Alanında bir etki yapar. Bu düzeyde zaman ve mekan farklı bir biçimde işler. Bu alanda her şey Şimdi ve Burada durumunu yansıtır. O yüzden düşünceler mucizevi sonuçlar doğurur. Alan bir tür bilgi okyanusu gibidir. Okyanusun bir damlasındaki değişim diğer tüm damlaları uyarır.

Seminerler katılımcılarda kalıcı bir etki yaratıyor mu?

Bu biraz da kişilerin konuya verdikleri önemle ilgili bir şey. Ama alışkanlık haline gelmiş, içselleştirilmiş bir davranış tabii ki kalıcı oluyor. Kuantum düşünce öğrenmeden çok yapmaya, bilmeden de ileri olmaya yönelik bir çalışmadır. İçsel olarak yaratılmış değişimler kalıcı olacaktır kuşkusuz. Kişi düşünceleri ve seçimleri ile hayatı arasındaki ilişkiyi gördükçe farkındalığını artırır. Böylece bilerek yaşamaya başlar. Böylece kendi hayatının efendisi olur.
 
Alışageldiğimiz değer yargılarının geçerli olduğu Makro kozmosta, Determinist yasalar geçerlidir. Yani, Makroskobik uzayda, bir nesnenin herhangi bir durumunda sahip olduğu konum, momentum, enerji,...vs büyüklükleri belirlendikten sonra, artık o cisme bakmasak bile, onun zaman içindeki tüm fiziksel halleri belirlenebilir, bilinebilir. Tıpkı, gezegenlerin ve yıldızların bundan onlarca, yüzlerce, binlerce yıl sonra konumlarının ne oldukları, hangi enerjiye ...vs sahip oldukları ölçümlenebilmeleri gibi.  Buna biz nedensellik ilkesi de diyoruz. Neden ve o nedene bağlı olarak gelişen sonuç anlamında.
Bu boyutta her şey belirlenebilmesine karşın, mikro kozmosa doğru indiğimizde ise, belirginlik, yerini belirsizliğe bırakır. Yani, bir taneciğin sahip olduğu büyüklükler önceden tahmin edilememekte, ancak olasılıklı değerler içinde ifade edilebilmektedirler. Bu yüzden kuantum boyutlarında geçerli yasalara intederminist yaslar adı verilir. Yani, taneciklerin davranışları, Newton fiziğindeki gibi belli bir neden sonuç ilişkisi içinde belirlenebilir bir özelliğe sahip değildir. Bu boyutun indeterminist olmasının nedeni ise, Haysenberg’in Belirsizlik ilkesiyle açıklanmaktadır.
Bunu bir örnekle şöyle ifade edebiliriz:
Biz klasik boyutlarda bir cismin görüntüsünü, o cisimden yansıyan ya da kaynaklanan ışığın, gözlerimiz vasıtasıyla beynimizde değerlendirilmesi sonucu algılarız. Aynı şekilde kuantum boyutlarında yer alan tanecikleri gözlemlemek için de, onlara ışık tutmamız gerekecektir. Ancak, makroskobik uzayda ışık fotonları, cisimleri etkileme düzeyleri ihmal edilebilecek kadar düşük olmasına karşın, kuantum boyutlarında bu etki değeri oldukça yüksektir. Dolayısıyla, bir taneciği gözlemlemek için yönlendirdiğimiz ışık, o tanecik ile etkileşime girip bize yansıdığında o parçacığın normal davranışını değil, etkileşim sonucu değişen konumunu, momentumunu, ... (1) gözlemlemiş oluruz. Ya da bir parçacığın şu anki pozisyonu gözlemleme olayı, bu taneciğin geçmiş ve gelecekteki hızını belirsizleştirmektedir. Bu nedenle, bir taneciğin konumunu ne kadar kesin saptamaya çalışırsak, hızını (ve momentumunu) da o kadar çok hatalı ölçeriz. Aksi de doğrudur. Bu olayı daha uç noktalarda irdelediğimizde ise, konumunu belli bir anda kesin olarak ölçtüğümüz zaman o taneciğin momentumunu sonsuz değerde belirsiz hale getiririz. Çünkü, neredeyse sıfır dalga boylu ya da sonsuz frekanslı ışın kullanmak gerekmektedir. Bu durumda, o taneciği tam görüyoruz derken,  momentumundaki sapmayı çok yüksek değerlere ulaştıracağından parçacık, tanecik özelliğini aniden dalgasal özelliğine çevirerek birden  o noktadan ayrılır ve uzayın her yerine onu bulamayacağımız bir şekilde dağılır. Taneciğin momentumunu tam olarak ölçmeye kalkıştığımızda ise, bu, göndereceğimiz ışığın enerjisini azaltmak olacağından, bu sefer de parçacığın konumundaki belirsizliği arttırmış oluruz. Böylece, onu gözlemlemediğimiz zaman taneciğin konumundaki belirsizlik, maksimum seviyeye ulaşarak evrenin (uzayın) her yerinde bulunabilme ihtimali ortaya çıkacaktır. Aynı durumu, zaman ve enerji ikilisi içerisinde de düşünebiliriz. Bu nedenle, kuantum boyutlarında bir taneciğin sahip olabileceği farklı özelliklerden iki,üç... tanesi aynı anda belirlenemez. Yani, ya taneciğin dalgasal özelliğinden bahsedeceğiz ya da tanecik özelliğinden. Aynı anda iki özelliğinden bahsedemeyiz. Dolayısıyla, bizim bir tanecik hakkında aynı anda tespit ettiğimiz enerji, momentum...vs büyüklükler klasik fizikteki gibi kesin değerler değil,  belli belirsizlikler içinde sahip oldukları değerlerdir. Bu sebeple, bir taneciğin nerede olduğu sorusu yerine, nerede hangi olasılıkla mevcut olduğu sorusunu sormamız gerekmektedir. Böylece, bir elektronu gözlemlediğimiz zaman mevcut, gözlemlemediğimiz taktirde evrenin her yerinde bulutumsu olasılık dalgası içerisinde yada o dalganın kendisi olarak mevcuttur. Daha doğrusu, bir tanecik, dalganın güçlü olduğu bölgede daha yüksek ihtimalle, zayıf olduğu yerde ise, daha az ihtimalle yer almaktadır.  Aynı şeyi dalganın kendisi üzerinde açıklamaya çalışırsak, bir taneciğe ait olasılık dalgasının yüksekliğine “genlik” adı verilmekte ve bu da tüm dalga boyunca değişiklik göstermektedir. Bu dalganın genliğinin karesi ise o dalga ile temsil edilen  veya hareket eden taneciğin o noktada, o yerde (orada) bulunma olasılığını ifade etmektedir. Dolayısıyla, genliğin yüksek olduğu yerlerde taneciğin bulunma ihtimali, daha düşük olan yere oranla daha büyük ya da genliğin küçük olduğu yerde bir parçacığın bulunma olasılığı daha az olur. Bununla birlikte, kuantum fiziğinde her bir olay, her bir kuantum durumunda böyle bir dalga ile ifade edilmekte yada karşılık gelmektedir. Her bir olayın dalga durumu, üst üste konulduğunda ise, ayrı yeni durumlar, olaylar elde edilmektedir. (Bunu, diğer özellikleri için de aynen düşünebiliriz.) Ayrıca, bir elektronun (taneciğin) olasılık dalgası içindeki durumu, elektronun parçalanıp o alana dağılması anlamında da değil, o dalganın herhangi bir yerinde bir bütün tanecik olarak bulunma ihtimaliyle ilgilidir. Bu yüzden bu ifade, bir elektronun %20’si burada, % 40’ı şu alandadır...şeklinde olmayıp, bir elektron şu alanda bir bütün halde bulunma ihtimali %20, bu noktada bulunma olasılığı %40 ‘tır ...şeklinde olmalıdır.  Ama bütün evrende kesin olarak mevcuttur ki, bunun değeri de %100’dür. Bununla birlikte, taneciklerin gözlemlenmediğinde sahip oldukları tüm özelliklerinin kaybolması (eni, boyu, yüksekliği, kütlesi, konumu...) bu boyutta fiziksel bir gerçekliğin olmadığı anlamına da gelir.
Dolayısıyla biz, klasik fizik açısından bir elektronu atom çekirdeğinin etrafındaki belli bir yörünge üzerinde hareket ediyor dediğimiz zaman, aslında kuantum fiziği açısından bu yörünge hareketini, her yerde olma özelliğine sahip olan elektronun, olma ihtimalinin en yüksek (olasılık yoğunluğunun en güçlü) olduğu yer olarak ele almaktayız. Benzer deyişle, bir atomun elektronu uzayın her yerinde mevcut, fakat atomun belli bir yörüngesinde (hacminde) bulunma olasılığı en yüksek orandadır.
Böylece; yine Belirsizlik İlkesi uyarınca, atom çekirdeği etrafında bir yörüngede hareket eden elektronun bu yörünge üzerinde herhangi bir noktasındaki konumu yerine, “bu noktada, şu ihtimalle bulunmaktadır” diyeceğiz. Yani, tanecik o yörünge yüzeyinin tümünde çok büyük bir olasılıkla mevcut iken, o yörünge içindeki yeri, zamanı ve hızının ne  olduğunu kesin olarak bilemeyeceğiz ve bildiğimiz ise, sadece şu ihtimalle bu küre yüzeyinin şu noktasındadır, şu şekilde hareket etme olasılığı şudur şeklinde... olacaktır. Dolayısıyla biz bu  bulutumsu yörünge küresine elektron için en güçlü olasılık yüzeyi adını veririz. (2) Bu konuda Sir James Jeans ise şöyle söylemektedir: “ Katı bir yuvarlak için uzayda her zaman muayyen bir mekan olur; halbuki görünüşte elektronun böyle bir mekanı yoktur…Katı bir küreciğin hacmi olur; halbuki kalbe düşen bir korku veya merak ne kadar yer tutar, diye düşünmek nasıl ki manasız ise, bu elektron için de böyledir.”  Atom altı taneciklerin alışılmışın dışındaki dalga/parça  ikilemini açıklarken, ünlü bir fizikçi de “insan pazartesi, Çarşamba, Cuma günleri kuantum görüşünü;  Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri de dalga mekaniğini kullanmalıdır” diyerek her iki durumda ifade etmeye çalıştığı kavramların, aslında hayalin, insan zihninin oluşturmuş olduğu birtakım soyut şeylerden başka bir şey olmadığını belirtmektedir.
Bununla birlikte, kuantum boyutlarında alışılmışın dışında davranışlar sergileyen mikroskobik sistemlerin bağlı olduğu yasalar, klasik fizik boyutlarındaki deney sonuçlarını aynen (daha doğrusu büyük bir olasılıkla ) vermelidir. Örneğin, bir hidrojen atomunun temel enerji seviyesindeki bir elektronun yörünge yarıçapı klasik yasalarca (a) santimetre ise, kuantum fiziği açısından yapılacak bir çok deney sonucunda bu büyüklük, çok küçük (+) ve (-) farkla klasik değer olan (a) santimetrenin en olası değer olduğunu bize söyleyecektir.
“Dalgasal formda evrenin her yerinde yer alan taneciklerin, uzayın belli alanlarına doğru olasılıklarını yoğunlaştırmak suretiyle maddesel dünyamızın oluşumunu kim meydana getirmektedir?” diye sorduğumuzda ise, buna cevap olarak “gözlemcinin kendisidir” diyeceğiz. Dolayısıyla, bir elektrona belli bir sınır çizmezsek, evrenin her yerinde , belli bir ölçüm için klasik anlamda sınır çizdiğimizde, o sınırlar içerisinde, olasılığı çok yüksek olarak her yerdedir diyeceğiz. Tıpkı bir elektronun atomun yörüngesinde bulunması gibi. Ama yine de taneciğin ne zaman parçacık ne zaman dalgasal özelliğini sergileyeceğini belirleyemeyeceğiz. (Hemen söylemek gerekirse, bizim anlattığımız, tek bir elektronun görünüp görünmemesiydi. Bir elektronun tanecik özelliğini bilmemiz, bizim onu gözlemlememiz ya da bir elektronu görüyoruz anlamında değildir. Sadece belli deneylerle bu özelliğini tespit ediyoruz demektir. Dolayısıyla bu, tek bir örnekten yola çıkarak genel olayı daha iyi anlayabilmek için geliştirmiş olduğumuz bir düşünce deneyidir. Yoksa, bir elektronu bulunduğumuz boyuttan hiçbir zaman göremeyeceğiz. Çünkü, bunu belirsizlik ilkesi, doğanın bir kuralı olarak engellemektedir.) Mesela, biz bunu elektron ışını olan katot ışını üzerinde düşünürsek, elektronlar ayrıldığı kaynak ile yayıldığı alan içerisinde kimisi dalgasal özellik göstererek (katot ışını) o alanın her yerinde, o bölgenin dışında kalan yerlere nispetle çok yüksek bir olasılıkla bulunacak, kimisi de parçacık özelliğini göstererek (beta ışınları) maddesel olarak davranacaktır. Biz  tanecik olarak onu ölçümleriz derken de,  bir elektrondan değil, elektron yığınından bahsediyoruz. Yine burada da tek tek hangi elektronun tanecik ya da dalgasal özellik gösterdiğini belirleyemiyoruz. Bunun yerine elektronların belli bir bölümünün parçacık özelliğini gösterdiğini, yine elektronların yığınsal etkilerinden bilebiliyoruz. (3) Bu fotonlar için de geçerlidir. Çünkü fotonlar, Elektromanyetik alanlar şeklinde dalgasal hareket ettikleri gibi, de Broglie (olasılık) dalgaları şeklinde de hareket edebilmektedir (4).
Bununla birlikte, bir taneciğin olasılık dalgasının her yerinde olma durumu, taneciğin olmaması gereken yerde yani; klasik boyutlar açısından bir taneciğin sıfır olduğu yerde bulunmasına (tünelleme etkisi) (5) ve aynı anda birden çok yerde görünmesine de olanak verir. Mesela; siz bir elektronu görmek için sıkıştırırsanız, alanını daraltırsanız elektron belli bir noktaya geldiğinde sıkı sıkıya kapattığınız aletlerin içinden geçerek bunun dışında yer alabileceği gibi, bu dış bölgede aynı anda bir den çok fazla sayıda tanecik olarak da kendini gösterebilecektir.
O halde tüm bunlardan çıkan sonuç, bir taneciğin konumunu ölçerken parçacığın hızındaki hata artıyorsa, ben onu olması gereken yerde ya da sahip olduğu enerji, momentum... değerlerinde değil, bizim ölçümlemelerimiz sonucu değiştirdiğim noktada ya da değerlerde göreceğim demektir. Böylece  gözlemci, gözlemlenen olaya etki etmekte, dolayısıyla gözlemci statüsünden çıkarak katılımcı statüsüne geçmektedir. Bu da, gözlemciyle gözlemlenen şeyin daha derin düzeyde aynı Tek şey olduğunu ve bu boyutlarda gözlemci ve gözlemlenen diye iki ayrı şekilde belirdiğinde ise, birinin diğer şeyi yarattığını, bu nedenle de, madde denilen şeyin aslında  var olmayıp bilincin bir görünümü şeklinde belirdiği anlamına gelir.
Bunu biraz daha genelleştirdiğimizde ise, bildiğimiz anlamda somut hiçbir gerçekliği olmayan ve her şeyin diğer şeylerden ayrılmayacak bir şekilde, tüm sonsuz ihtimalleri içinde barındıran sonsuz - sınırsız olasılık dalgasındaki Mutlak Bilinç (ki bu açıdan bakıldığında, artık ihtimallik söz konusu değildir) olasılık yoğunluğu anlamında sınır şartlarını oluşturup buradan da sırasıyla belli boyutlara yoğunlaşmak suretiyle maddesel boyutları (fiziksel gerçeklikleri), onu algılayan Şuur olarak meydana getirmektedir. Dolayısıyla, çevremizde, ne algılıyorsak, o algılananların bizim tarafımızdan oluşturulduğu, buna karşın, bizim dışımızda ikinci bir varlığın bir şeyler yaratıp o yarattığı şeyleri algılayacağı, bizlerin ise, var olmadığı anlamına gelmektedir.
Bu bize, gözlemlenmediği sürece, gözlemci ve gözlemlenen şeyin durumu hakkında da cevap (bilgi) vermektedir. Dolayısıyla gözlemci yoksa gözlemlenen şeyler ünlü Felsefeci Berkeley’ in de dediği gibi “Mutlak gözlemci Ruhun zihninde mevcut olurlar”. Bu konuda John Wheleer gibi fizikçiler ayrı ayrı gibi görünen şeylerin mevcudiyetinin diğer bütün gözlemcilere bağlı olduğunu, dolayısıyla evrenin geçmiş, şimdi ve geleceğinin tüm gözlemcilerin ortak farkındalığı sonucu var olduğunu (varlık kazandığını) söylemektedir. Bu nedenle “ben olmadığım zaman acaba kimim?” sorusunu “başka herkes olduğun zamandır” şeklinde cevaplar. Ancak, varlığın Tek olmasına karşın, hem bu Tek Bilincin sahip olduğu boyutsallık hem de bulunduğumuz maddesel boyutun dışında birtakım bilinçli varlıkların bulunması dolayısıyla bu cevap, işin en alt düzeyi olduğunu göstermektedir. Mesela, sistemin hiyerarşisini göz önüne alıp hiyerarşinin bir noktasından aşağıya (varlığa) bakacak olursak bizler, yaşadığımız boyut ve tüm sistem, ortaya koydukları özellikler dolayısıyla farklı görünen,  gerçekte ise Tek Bir yapı olan Cebrail (a.s), Mikail (a.s), İsrafil (a.s) Azrail (a.s)’ ın zihninde var olan ürünlerden, imajlardan başka bir şey değiliz. Çünkü holografik olarak evren dolayısıyla bu yapılar bizde mevcut oldukları gibi, aynı şekilde biz de evrenin her katmanında, onlarda mevcuduz. Ancak bir kısım insan dışında çoğunlukla bizler bunun farkında bile olmadan bu dünyadan geçip gitmemize karşın bu yapılar, her an farkında olarak bizdeki hükümlerini icra etmektedirler.
Bu, mistik dünyada şöyle de ifade edilmekte: “ Gördüğün yarattığındır.”, “Varlık, algılayanda mevcuttur.”, “Algılanan, algılayandan doğar.”, “Algılanan, algılayana göre vardır”
Parçacık yönüyle bir bedene (beyne) sahip olan insana, dalgasal özelliğiyle Hakikâtini, Mutlak Bilincini (Semasını) anlatan Kur’an, gözlemlendiğinde somut gerçekler olarak karşımıza çıkan dünyanın, gözlemlenmediğinde soyut bulutumsu bir dalga şeklinde var oluşunu “ Sen dağları görürsün de onları hareketsiz ve sabit sanırsın. Halbuki onlar, bulutların geçişi gibi geçerler.” (6) şekliyle dile getirmektedir.
Bununla birlikte Kuantum fiziğinin ilkeleri, bilim adamlarının günümüzde nötrinoyu (parçacığını) gerçekte var olmamasına karşın, denklemlerin öngörüsü doğrultusunda maddeleştirmeyi başarmalarını, arkama dönüp bakmadıkça, algı dışında kalan yerlerin maddi olarak değil bir kuantum çorbası biçiminde mevcut olmasını, tarihçilerin bir araya gelip ortaya koydukları öngörülerle, aslında geçmişte var olmayanı oluşturarak (yaşanmış bir olay olarak) bunları maddesel kalıntıları biçiminde günümüze taşımalarını(7), ya da iki kişinin algıladığı herhangi bir gerçekliği, bir üçüncü kişini algılayamaması...gibi  şartlanmalarımızın dışında bir gerçekliğin de her zaman var olduğunu bize göstermektedir.
İşin ilginç yönü, tüm bu tespitlerimizin bile beş duyu skalasına göre yapılmış olması. Ya ötesi?..
 
Kaynakça;
Prof. Eyvind H. Wichmann – Berkeley Fizik Programı Cilt: 4 / California Üniv., Berkeley.
Arthur Beiser – Çağdaş Fiziğin Kavramları.
(1) Kafamızda daha iyi canlandırmak için momentum yerine, o taneciğin hızı olarak düşünebiliriz. Çünkü fizikte, cismin hızı ile kütle çarpımı olan momentum kullanış açısından daha uygun görülmektedir.
(2) konunun daha iyi anlaşılması için elektronların, sanki güneşin etrafında dönmekte olan gezegenler gibi, belli yörüngelerde hareket ediyormuşçasına atom çekirdeği etrafında döndüğü varsayılır. Oysa gerçekte elektronlar, somut bir tanecik yerine soyut dalgasal bir yumak halinde konumu, hızı ve zamanı belli olmayan çekirdek etrafında yer alırlar. Dolayısıyla atomlar birbiri üstüne konmuş dalga kümelerinden başka bir şey değildir.
(3)  Aslında elektronlar (ya da tanecikler) ın belirsizlik ilkesi dolayısıyla parçacık olarak mevcudiyetleri bile, cisimlerin var olması şeklinde olmayıp varlık görüntüsü biçimindedirler.
(4)  Üç tür dalga mevcuttur. İlki; elektromanyetik dalgalar, x, kızıl ötesi radyo, tv ...dalgaları gibi. İkincisi; hava, sıvı ve katı madde içinde yayılan su, ses, titreşimli ...vb. basınç dalgaları olan mekanik dalgalar. Üçüncüsü de; Shördinger (olasılık) dalgaları. Yani her bir maddi taneciğe eşlik eden dalga. Bunlar da ışık dalgaları gibi tanecik ve dalgasal özelliklerinin yanında kırınım, girişim... gibi dalgaların genel özelliklerine sahiptir. Taneciklerde olduğu gibi, makroskobik düzeydeki maddelerinde birer dalgaları vardır. Ancak düşük hızlarda bu nesnelerin maddesel yani, parçacık özellikleri baskın olduğundan dalgasal yanları gözlemlenemez. Eğer böyle bir nesneyi ışık hızına yakın bir hıza ulaştırırsak bu sefer cismin maddesel yanı, hızı ile doğru orantılı olarak kaybolmaya, dalgasal yönü ise, yavaş yavaş ön plana çıkmaya başlar. Bu hız ile dalgasal özelliğine dönüşen nesne, bir pencere camını kırmadan diğer tarafa geçebileceği gibi, ışık hızına olan yakınlığı oranında her tür engelin ötesine de geçebilir. Bununla birlikte, Shördinger, De Broglie, olasılık, madde dalgaları olarak farklı isimlerle ifade edilmek istenen hep aynı şeydir.
(5)  Klasik Mekanik yasalarınca bir nesne, bir duvara çarptığında nesnenin enerjisinin engelin enerjisinden daha az bir değere sahip olması dolayısıyla duvardan geri yansır. Aynı olayı kuantum düzeylerinde taneciklere uyguladığımızda, tanecikler engel olmasına karşın kendilerinden daha yüksek enerjili bu bölgelerden rahatlıkla geçerler. Aynı şekilde, Radyoaktif maddelerin  atomun çekirdeğinden ve yörüngelerinden yayınlanan alfa ve beta radyasyonları da klasik yasalarca atom çekirdeğinin ve yörüngelerindeki  güçlü enerji kabuklarından geçememeleri gerekirken, tanecikler dalgasal özelliğe bürünerek bu kuvvet alanlarından tünel açmak suretiyle rahatlıkla atomun dışına çıkarak uzaya yayılırlar (alfa taneciği; iki proton ve iki nötrona sahip helyum atomunun çekirdeğidir. Beta taneciği de; serbest halde hareket eden elektronlardır).
(6) Dolayısıyla madde, kararlı durağan bir dalga, enerji ise, yerleşik olmayan kararsız bir maddedir. Bu ayet ayrıca, dünyanın dönmekte olduğunu da açıklamaktadır.
(7)  Gerçekten de, bazı kuantum deneylerinde gözlemcinin, gözlemleme sırasında gözlemlenen olayın geçmişine müdahale ederek o olayın sonucunu yine o anda gözlemlediğini ortaya koymuştur
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
  Bugün 1 ziyaretçi (1 klik) kişi burdaydı! Psikoenerjiterapisti  
 
HER ŞEY İNSAN İÇİN VE İNSANIN EMRİNDE AMA İNSAN BİZZAT KENDİSİ İÇİN DEĞİL VE SADECE ALLAHIN EMRİNDE. Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol